‘Gerilla, bugün de 14 Temmuz ruhu ile direniyor’

0
206

 MUSTAFA KARASU

Bugün de gerilla ‘biz 14 Temmuz ruhuyla direniyoruz’ demektedir. 14 Temmuz ruhu ile başlatılan hamle şimdi de 14 Temmuz ruhuyla sürmektedir.

12 Eylül askeri faşist darbesi Kürdistan’daki özgürlük, Türkiye’deki özgürlük, demokrasi, sosyalizm mücadelesini ezip tasfiye etmek için gerçekleşmişti. Gerçekleşir gerçekleşmez de Kürdistan ve Türkiye’de ağır baskılar ortamında sürekli yapılan ev ve mahalle baskınlarıyla her gün yüzlerce devrimciyi tutukluyordu. Daha 12 Eylül 1980’de askeri faşist cunta darbe yapmadan önce Kürdistan’ın tümüne yakınında sıkıyönetim ilan edilmişti. Kürdistan’daki Diyarbakır, Elazığ, Erzurum ve Antep cezaevleri tutuklularla dolmuştu. Yine Adana, Mersin gibi illerdeki cezaevlerinde de önemli sayıda PKK ile ilişkili tutuklu vardı. 12 Eylül’den önce Diyarbakır’daki 3 askeri cezaevinde yüzlerce PKK’li tutsak vardı. Daha sonra bu 3 cezaevindeki PKK’li ve diğer örgütlerden tutuklular yeni açılan Diyarbakır 2 ya da 5 nolu denilen E tipi cezaevinde toplandılar. PKK’ye yönelik tutuklama saldırıları 12 Eylül’den çok önceleri başlamıştı. Mazlum Doğan ve Hayri Durmuş 1979 sonbaharında yakalanmışlardı.

12 Eylül 1980’de gerçekleşen darbe ile birlikte bu saldırılar arttı. Kürdistan ve Türkiye cezaevleri devrimci tutsaklarla dolduruldu. Kısa sürede Diyarbakır 5 nolu cezaevi 3 binden fazla siyasi tutsaklarla dolduruldu. Bu tutukluların dörtte 3’ü PKK’li olarak gözaltına alınıp tutuklanmışlardı.

12 Eylül’den önce cezaevlerinde herhangi bir baskı yoktu. Cezaevlerinde yaşamın nasıl örgütlendirileceğini esas olarak tutuklular belirliyorlardı. Kuşkusuz cezaevinin bazı kuralları vardı. Zaten sıkıyönetim koşulları olduğu için siyasi tutukluların bulunduğu cezaevleri sıkıyönetim komutanlığına bağlıydı. 12 Eylül askeri darbesiyle birlikte siyasi tutukluların bulunduğu cezaevinde her türlü keyfi kısıtlamalar geldiği gibi, baskılar da arttırıldı. Tutuklulara askeri gardiyanlar şu bu gerekçeler bularak saldırıyor, fiziki işkence yapıyorlardır.

Diyarbakır 5 nolu cezaevinde de 12 Eylül’le birlikte saldırılar artmıştı. Kısıtlamalar ve fiziki saldırılar 1980 Aralığında giderek yoğunlaştı. Buna karşı 1981 yılının Ocak ayının başında 15 günlük açlık grevi yapıldı. Ancak baskılar ve fiziki saldırılar daha da arttı. Ağır işkenceler altında tutsaklar koğuşlardan hücrelere atıldılar. İki ay içinde tüm direnen tutsaklar 35. ve 37. Koğuş denilen 4 katlı, toplam 40 hücresi bulunan bölüme konuldular. Her katta ayrıca tümüyle kapalı bir hücre de bulunuyordu. Bu hücrelere atılan tutsaklara günün 24 saati işkence yapılmaya başlandı. Sadece fiziki işkence değil, su ve yemek de teslim alma aracı olarak kullanılıyordu. Ölmeyecekleri kadar yemek ve su veriliyordu. Bunun sonucu tutsaklar işkence altında bir deri bir kemik kalmışlardı. Öyle ki, çölde serap görenler gibi baygınlık geçirip ‘su su’ diye sesleneler bile oluyordu. 1980 Mayıs’ının sonunda direniş sonlanıp bazı kurallara uyulmuş olsa da işkenceler son bulmadı. Hatta ağır fiziki işkenceler altında tutsaklar teslim alınıp itiraflaşçılaştırılarak diğer tutsaklara karşı kullanılıyordu. Bu itirafçılar Özgürlük Hareketine, Önderliğine küfür ediyorlar, Kürt ve Kürdistan’ın olmadığını, kandırıldıklarını söyleyip tüm tutsakları teslim olmaya çağırıyorlardı. Sadece Türk’üz denilmiyor, Kürt halkına ve özgürlük mücadelesine saldırılıyordu. Baskılarla tüm tutsaklar bu duruma düşürülüp tutsaklar şahsında PKK, zindanın betonlarına gömülüp halkın özgürlük umudu da boğulmak isteniyordu. Çünkü Kürt halkının özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık mücadelesinde en iddialı devrimciler teslim alınıp itirafçılaştırıldıklarında Kürt halkının bırakalım özgür olmayı, varlığını sürdürme umudu da kalmayacaktı.

PKK’nin kadro ve sempatizanlarının %90’ı başta Diyarbakır zindanı olmak üzere birçok zindana doldurulmuştu. Halktan birçok insan da zindanlara atılmıştı. 12 Eylül saldırıları sonucu Türkiye’de kısa sürede devrimci örgütlerin bir etkinliği kalmamıştı. Sert mücadele koşullarına göre örgütlenmeyen hareketler kısa sürede etkisizleşmişti. Halk ve tüm toplumsal kesimler bu saldırılar karşısında devrimci hareketlerin etrafından çekilmişti. Türkiye’de 12 Eylül faşizminin yürüttüğü özel savaş da bunda etkili olmuştu. Hem sağa hem sola karşı olduğunu söylüyor; her iki taraftan idamlar yapıyor; önceleri her gün yaşanan ölümlere son verdiğini söylüyordu. Türkiye’de devrimci demokratik örgütlerin mücadele edemez hale geldiği ortamda PKK’nin tek başına mücadele etmesi sadece yiğitçe direnmekten başka bir sonuç vermezdi. PKK de önemli kadro kaybına uğramıştı. Bu nedenle PKK de ülke içinde aktif mücadeleyi durdurmak; Ortadoğu’ya çekilerek yeni bir örgütlenme ve mücadele tarzıyla geleceğe hazırlanma kararı almıştı.

Biz Hareketin geri çekilmesi dışında hiçbir bilgi alamıyorduk. Alınan tek bilgiler cezaevine düşen tutsaklar üzeri oluyordu. 1981 yılından sonra bu yolla da hiçbir bilgi alamaz olduk. Partinin, Hareketin durumu nedir; neler yapıyorlar, hiçbir bilgi sahibi değiliz. 1981 yılından itibaren bırakalım dışardan bilgi almayı, koğuşlarda ne oluyor bu konuda da bilgi alamıyorduk. Tam bir tecrit altındaydık. Cezaevine bilgi kırıntısı bile yansımıyordu. Sadece bazen magazin gazeteleri veriliyordu. 1982 yılında İsrail, Lübnan’ı işgal ettiği zaman Rêber Apo’nun ve birçok kadronun yakalandığına dair haber yapan Hürriyet gazetesi verilmişti. İşte böyle bir tecrit altında, ağır baskı ve işkenceler ortamında ayakta kalmak, direnmek büyük bir inanç ve irade gerektirir.

Zindanda bizim dışarı ile ilgili bilgimiz yoktu. Sadece Rêber Apo’nun mutlaka örgütü toparlayıp fazla gecikmeden uygun bir zamanda mücadele başlatacağına inanıyorduk. Bu inancımız netti; bundan hiçbir kuşkumuz yoktu. En azından Hayri Durmuş, Mazlum Doğan, Kemal Pir ve birçok PKK kadrosu buna inanıyordu. Rêber Apo’nun bize kazandırdığı ideolojik-örgütsel çizgi bize bu inancı vermişti. Çünkü Rêber Apo ve PKK kadroları zorluklar karşısında mücadeleden çekilecek bir zihniyet ve kişilikten uzak bir devrimci iradeye sahiptiler. Ancak Partinin önder kadrolarının, tüm kadro ve sempatizanlarının önemli bölümü zindanlardaydı. Onların tutumu mutlaka Partiyi ve mücadeleyi etkileyecekti. Zindandaki olumsuzluğun mücadeleyi geliştirmede çok zorluklar ortaya çıkaracağı kesindi. Zindandaki olumsuzluklar halkı çok etkileyecek, bu devlete karşı mücadele edilemez anlayışı daha da derinleşecekti. Çünkü daha önceki direnişlerin sonuçsuz kalması, önderlerinin idamı Kürt halkında mücadelenin başarısına inancı çok zayıflamıştı. Zaten 1980 darbesi zindanlar ve PKK şahsında halkın umudunu tümden ortadan kaldırarak Kürdistan’da yürüttüğü soykırımı kısa sürede tamamlamayı hedeflemişti. 12 Eylül böyle bir amaç ve planlama temelinde gerçekleşmişti. Zaten bu nedenle Diyarbakır zindanında PKK’li tutsakları itirafçılaştırarak toplumun içine teslimiyeti taşıranlar olarak salacaklardı.

Soykırımcı sömürgeci Türk devletine meydan okuyan, bu sömürgeciliği yıkacaklarını iddia eden ve bu konuda net ve kararlı konuşan PKK’lilerin Diyarbakır zindanındaki tutumu ne olacaktı? Bunu tüm Kürt toplumu da merak ediyordu. Acaba PKK bu baskılara karşı direnebilecek miydi, yoksa başka örgütler gibi zoru görünce PKK de iddiasını bırakacak mıydı? 1980’li yıllarda hem halk hem de siyasetle ilgilenenler tarafından cevabı aranan temel soru buydu. 12 Eylül faşizmi diğer cezaevlerindeki tutsaklar gibi PKK’lilerin de iradesinin kırıldığının, mücadeleden vazgeçtiğinin ve pişman olduğunun propagandasını yapıyordu. 1982 14 Temmuz direnişine kadar 12 Eylül faşizminin yaptığı propagandalar buydu. Bu propagandasını Amed zindanından bazı görüntülerle pekiştiriyordu. PKK Merkez Komite üyesi ve yedek üyesi olan Şahin Dönmez ve Yıldırım Merkit’in itirafçı olması(her ikisi de düşman tarafından serbest bırakıldıktan sonra PKK fedaileri tarafından cezalandırılmışlardır) bu propagandalarını gerçekçi kılıyordu.

Bu ortamda Özgürlük Hareketimiz zindanda baskıların olduğunu duyuyordu. Bunun dışında zindanlarda ne olduğu fazla bilinmiyordu. Mazlum’un şehadeti duyulmuştu. Mazlum Doğan arkadaş Rêber Apo ve diğer yoldaşlar tarafından iyi tanındığından bunun bir direnişçi tutum olduğu düşünülüyor, ama tam nasıl gerçekleştiği de bilinmiyordu. Ancak Hareket zindandaki yoldaşların 1980 ve 1981 yılında önemli bir direniş gösterdiğini öğrenmişti, biliyordu. Yine 12 Eylül faşizmi koşullarında yapılan savunmalar da avukatlar üzeri öğreniliyordu. Bunlar zindandaki arkadaşların bir direniş ve tutum içinde olduğunu düşündürüyor; bu çerçevede de zindan parti yayınları ve propagandasında önemli bir yer alıyordu. Tabi ki Dörtlerin eylemi ve 14 Temmuz büyük ölüm orucu eylemiyle birlikte zindanda tarihi bir direniş olduğunu sadece Partimiz ve tüm halkımız değil, tüm dünya duydu. Bu durum Partimizin ve halkımızın mücadelesinde çok önemli bir dönemeç oldu.

14 Temmuz direnişinin gerçekleştiği süreç Partinin 2. Kongre sürecidir. Belki kuruluş kongresi 1978’de gerçekleşmiştir. Ancak bu kongre sonrası 12 Eylül faşizmi gelmiş, Partiye önemli darbeler vurmuştu. Birçok hareket bu ortamda tamamen mültecileşmiş ve tasfiye olmuştu. Bu açıdan PKK’nin durumunun da ne olacağının belli olacağı yıllar, hatta aylardan geçiliyordu. Rêber Apo büyük bir emekle, tarz, tempo ve üslupla büyük bir bilinçlendirme ve aydınlatma ile PKK’yi toparlamaya ve yeniden etkili mücadele eder hale getirmeye çalışıyor. Ancak 12 Eylül faşizminin toplumda yarattığı etkiler, bazı kadrolarda ortaya çıkan inançsızlık; düşmanın Kürdistan ve Türkiye’de her bakımdan hakimiyetini sağlaması ve Partinin çok dar imkanlara sahip olması Rêber Apo’nun çabalarını zorluyor ve hatta bazıları tarafından geriye çekilmeye çalışılıyor. Rêber Apo tüm bu olumsuz etkenlere karşı da büyük bir mücadele yürütüyor.

Kuşkusuz 12 Eylül faşizminin ağır saldırısı altında önemli darbe alan Partimizin 1981 yılında 1. Konferansını yapması aslında 12 Eylül faşizmine karşı verilen ilk önemli cevap olmuştur. Bu konferansın yarattığı zemin üzerinden 1982 yılında bir kongre toplamak da tarihi başarıdır. Ancak kongre içinde ve sonrasında ortaya çıkan tasfiyeci eğilimler, Rêber Apo ve Partinin nasıl büyük zorluklarla mücadele ettiğinin kanıtıdır.

Bu yıllarda Rêber Apo’nun ve Partinin çabalarına dayatılan en tehlikeli tasfiyecilik Partiyi ve Hareketi mülteci konumuna düşürmektir. 12 Eylül faşizminin devrimci hareketlere ve Partiye vurduğu darbeler altında iradesi kırılanlar mücadeleyi geliştiren Rêber Apo ve Partinin örgütü toparlayıp mücadeleye sevk etme çabalarını boşa çıkarıp mülteciliği dayatmaktadırlar. Biraz daha hazırlık yapalım, mücadele etmenin zamanı gelmemiştir, daha fazla hazırlık yapmak, bunun için de Kürdistan dışında kalmak gerekir demektedirler. Açıkça mücadeleye karşı çıkmıyorlar, zamanı gelmedi diyerek Partiyi mültecilik koşullarında tutmak istiyorlar. Koşullar da zor olduğundan bu söylemlerine bazıları da kulak vermektedirler. Çünkü normal düşünen bir insan ve kadro açısından mücadelenin zamanının gelmediğine dair tezlere hak verecek bir çok etken vardır. Ancak devrimler ne normal işlerdir, ne de devrimcilik normal vasat kişiliklerle yapılabilir. Devrimcilik normalin ötesini görebilen ve buna müdahale ederek tarihin akışına yön verendir. Devrimler, devrimci önderler, devrimci hareketler zaten normal düşünen insanların düşünce ufkunu aşan, tek boyutlu düşünmeyen ve topluma öncülük yapanlardır. Ancak zor ve zorlu yıllarda, risklerin olduğu dönemlerde olmazın teorisini yapanlara kulak verenler de olur. İşte böyle zor ve yaman yıllarda tasfiyeci eğilimleri aşıp devrimci mücadele geliştirmek tarihin en önemli işlerindendir. İşte Rêber Apo bu tarihi kişiliği bu yıllarda ortaya koymuştur. Rêber Apo devrimci kişiliğini ve Önderlik gerçekliğini bu yıllarda ispatlamıştır. 1980-1984 arası PKK’nin ideolojik-örgütsel mücadelesinin en önemli yıllarıdır. Bu yıllar gerçek anlamda PKK kişiliğinin, kimliğinin, karakterinin, çok boyutlu özelliklerinin önemli oranda şekillendiği yıllardır.

1982 büyük ölüm orucu eylemi şahsında zindan direnişi Rêber Apo’nun çabalarına verilen büyük bir destek olduğu gibi, mülteciliğe ve devrim kaçkınlığına da vurulmuş en büyük darbedir. Yine 1982’de yapılan kongrenin anlam bulmasını sağlamada da tarihi bir rol oynamıştır. Rêber Apo’ya 1982 kongre kararlarını uygulamada güçlü bir dayanak olmuştur.

14 Temmuz direnişçiliği mülteciliğe ayağa kalkamayacağı bir darbe vurmuştur. Parti yapısına ülkeye dön ve mücadeleyi geliştir çağrısı olmuştur. Düşmana tutsak düşmüş önder kadrolar, kadro ve sempatizanlar her türlü baskı, zor ve imkansızlığın olduğu ortamda direniyorsa, direnebiliyorsa; zindana göre bazı imkanların olduğu dışarda hayli hayli direnilebilir, mesajını vermiştir. Partinin en değerli önder kadroları Mazlum, Kemal ve Hayri direnip yaşamlarını ortaya koyuyorsa bu tüm Parti yapısı için direniş çağrısıdır. Partili olmanın koşulu; bedeli ne olursa olsun direnmedir; bunun dışında partili olmak mümkün değildir, çağrısı olmuştur. Artık bu direniş gerçekliği karşısında kim mülteciliği savunabilir; kim mücadele edilemez ve Hakkari’den öteye gidilemez diyebilir. Partili olanlar ve partide kalacaklar arkadaşlarımız en zor koşullarda direniyorsa biz hayli hayli direniriz derler. Nitekim 14 Temmuz büyük ölüm orucunda büyük önderlerimizin şehadetinden sonra tüm partililer hemen direnişe geçelim demişlerdir. Hatta birçok fedai eylem önerisi gelişmiştir. Kuşkusuz Rêber Apo örgütlü, planlı, hedefli ve uzun süreli bir mücadeleyi öngördüğünden böyle kısa vadeli, sadece intikam hedefli eylemlere o koşullarda izin vermemiştir. Ancak Partideki mücadele iradesinin ve fedai ruhun güçlenmesi açısından 14 Temmuz’un nasıl rol oynadığını bu tutumlarda açıkça ortaya koymuştur. Böylelikle Rêber Apo’nun partiyi toparlama ve mücadeleyi geliştirme çabalarına en büyük desteği zindan direnişi vermiştir. Zaten Rêber Apo onlar tarihi rollerini oynayanlar ve Partiye karşı görevlerini mükemmel yerine getirenlerdir, diyerek bu gerçekliği çarpıcı biçimde ifade etmiştir.

14 Temmuz direnişi Kürdistan devriminin tarzını yaratarak da hem 15 Ağustos hamlesinin başlatılması hem de süreklileşmesinde çok önemli rol oynamıştır. Ortadoğu ilk devletlerin ortaya çıktığı bir coğrafyadır. Fars, Arap, Türk etnik kökenine dayanan İmparatorluklar yüzlerce, binlerce yıl bu coğrafyada otoriter, despotik bir yönetim gerçeği ortaya çıkarmışlardır.19. yüzyılla birlikte ulus devlet zihniyetiyle zehirlenen bu iktidarlar, devletler ve siyaset tarzı Kürtler için tam bir zulüm, baskı ve soykırım güçleri haline gelmiştir. Lozan’la birlikte Kürdistan’ın 4 parçaya bölünmesi Kürtlerin varlık ve özgürlük mücadelesini daha da zorlu hale getirmiştir. Diğer yandan Ortadoğu dünya dengelerinin kurulduğu bir coğrafya olunca sadece bölge güçleri değil, kapitalist-emperyalist güçlerin çıkara dayalı politikaları Kürtlerin özgürlük ve demokrasi mücadelesini daha da zor hale getirmiştir. İşte bu gerçekliği yaşayan Kürdistan’da özgürlük mücadelesini geliştirmek kolay değildir. Kürdistan’da ancak imkan aramadan büyük zorluklara dayanılarak mücadele geliştirilebilir. Zorluklara katlanmadan, bedeller vererek büyük bir mücadele iradesi ortaya koymadan Kürdistan’da mücadeleyi geliştirmek mümkün değildir. Rêber Apo zorluklara katlanmadan, güçlü bir irade ile mücadele edilmeden Kürdistan’da bir yaprağın bile kımıldamayacağını dile getirmiştir.

14 Temmuz büyük ölüm orucu eylemi zorun zoru koşullarının bulunduğu Diyarbakır zindanında düşmanın bir daha direnemezler dediği, direnme umudunun bırakılmadığı bir zamanda sadece inançlarına ve çıplak bedenlerine dayanarak gerçekleşmiştir. İdeolojik mücadelenin ve irade savaşının en keskin hal aldığı zindanda büyük ölüm orucu direnişçileri irade savaşını kazanarak; PKK’yi tutsaklar şahsında zindanın betonlarına gömmek isteyen soykırımcı sömürgecilik karşısında zafer kazanarak Kürt halk tarihinde her zaman rolünü onayacak Kürdistan devriminin tarzını yaratmışlardır. Her savaş, her mücadele kendi tarzını yarattığında mutlaka kazanır. Her coğrafyanın, her halk gerçekliğinin, her dönemin bir kazanma tarzı vardır. Önemli olan bu tarzı bulmak ve pratikleştirmektir. Bu tarzı bulanlar mutlaka başarı kazanırlar. 14 Temmuz Kürdistan devriminin tarzını yaratan bir direniş olarak Kürt halkına en büyük değeri kazandırmıştır. Bu da zor koşullarda mücadele edip başarmanın tarzı ve ruhunun yaratılmasıdır. Çünkü Kürdistan halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesi belki de tarihin en zor mücadelesidir. İşte bu zor mücadelenin tarzını 14 Temmuz yaratmıştır. Zorun zoru koşullarda mücadele edip başarmanın tarzının yaratılması, Kürt halkının en fazla ihtiyacı olan tarzın Kürt halkının eline verilmesidir. Bu tarz Kürdistan için yenilmezliğin tarzıdır. 15 Ağustos’un başarılı olması için böyle bir tarz ve ruha ihtiyaç vardı. Kürdistan ancak böyle bir tarzla mücadele edildiğinde özgür ve demokratik yaşama kavuşabilirdi. 15 Ağustos bu tarz ve ruhla başladığı için 37 yıldır düşmanın her türlü saldırısına karşı direnmekte ve büyük kazanımlar ortaya çıkarmasını sağlamaktadır.

14 Temmuz’da somutlaşan zindan direnişinin yarattığı mücadele ruhu çok önemlidir. Soykırımcı sömürgeciliğin Kürdistan’da yarattığı toplumsal, siyasal, kültürel ve kişilik şekillenmelerini aşmak herhangi bir tarz ve ruhla mümkün değildir. Her koşulda mücadele edecek bir ruha ihtiyaç vardır. Kürdistan’da başka türlü mücadele ayakta kalamaz ve geliştirilemez. Bu yönüyle 12 Eylül faşizminin Kürdistan’da hakimiyetini çok yönlü geliştirdiği ve mücadele koşullarının çok zorlaştığı bir dönemde 14 Temmuz tarzı ve direnme ruhu olmasaydı ne 15 Ağustos hamlesi başlatılabilirdi ne de sürdürülebilirdi. Bu açıdan 14 Temmuz direnişi, 15 Ağustos atılımının gerçekleşmesinde çok önemli rol oynadığı gibi, her türlü saldırıya ve zor koşullara rağmen sürdürülmesi de 14 Temmuz ruhu ve tarzıyla sağlanmıştır.

1980 12 Eylül darbesi ile 1984 15 Ağustos atılımı arasındaki mücadele köprüsü zindan direnişidir. Zindan direnişinin çok etkili olması, bunun toplumda ve kadrolarda yarattığı etki 15 Ağustos’un siyasal, toplumsal, kültürel ve moral temelini döşemiştir. 12 Eylül sonrası Hareketimizin en önemli propaganda gücü ve toplumu etkileme etkeni zindan direnişi olmuştur. Çünkü 15 Ağustos gibi gerilla hamlesinin asgari de olsa toplumsal desteği ve siyasi zemini olmadan gerçekleştirilmesi söz konusu olamazdı. Bu açılardan da zindan direnişi 15 Ağustos hamlesinin hazırlanması ve başlatılmasında büyük etkide bulunmuştur. Zaten Rêber Apo her fırsatta bu gerçekliği dile getirmektedir.

12 Eylül faşizmini ideolojik yenilgiye uğratmak zaten çok büyük bir başarıdır. Çünkü ideolojik alanda kazanmak bütün kazanımların temelidir. İdeolojik olarak kaybetmek ise ruhu çekilmiş olmak gibi güçsüzleşmektir. Zindan direnişi bir de bu yönüyle 15 Ağustos hamlesinin gerçekleşmesinde rolünü oynamıştır.

Bugün de gerilla biz 14 Temmuz ruhuyla direniyoruz, demektedir. 14 Temmuz ruhu ile başlatılan hamle şimdi de 14 Temmuz ruhuyla sürmektedir. Zaten 14 Temmuz tarzı ve ruhuyla mücadele yürütüldüğünde yürütülen mücadele başarıya ulaşacak, özgür halk ve özgür ülke gerçekleşecektir.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here