Kemal SÖBE
Toplumsal sorunların çözümünde siyaset önemli bir yer tutmaktadır. Zaten siyasetin esas amacı da toplumsal sorunları çözmektir. Toplumsal sorunları çözmeyen bir siyasetin/rejimin varlığı ve meşruluğu tartışılır. Mevcut egemen siyaset kendi siyasetini yaşamsal kılmak ister. Hiçbir toplumsal kesim, kendisini ilgilendiren bütün sorunların çözümünde şiddeti öncelikle tercih etmezler. Toplumsal sorunların hepsinde, siyaset sahnesi çözüm yolu olarak tercih edilir. Ancak burada mevcut siyasi mekanizmanın hangi toplumsal kimlik ve değerler üzerinden kendisini var ettiği ve neyi temsil ettiği önemlidir. Her siyaset, bazı toplumsal değerlerle kendisini var etmek zorundadır. Ama egemenlerin siyaseti kendisini, topluma hizmet ediyormuş gibi gösteriyor. Siyasetin varlığını genelde toplumsal yaşamdaki ihtiyaçlara bağlıyoruz. Ancak tarihten günümüze kadar da egemen siyasetin, egemen sınıfı yani iktidarı temsil ettiğini ve koruduğunu da unutmamak gerekir.
Egemen siyaset toplumsal değerlere karşı, egemen sınıfın çıkarlarını korumuştur/koruyor. Egemen siyaset, bu korumayı, siyasi olarak zorlandığında, egemen şiddet ve silah olan düzenin koruma gücüyle bunu yapmıştır. Egemen siyasetin, toplumu silah kullanarak yönetme rejimine faşizm diyoruz. İste faşizmin ortaya çıkması, doğal olarak halkın kendisini meşru yollarla savunmasını gündeme getiriyor. Egemen siyaset, haksız olsa da, gücü elinde bulundurduğu için, kendisini sürekli meşru görür, kendi karşıtını da gayrimeşru ve yasadışı olmakla suçlar. İktidar odakları, halka karşı suç işleseler de, yasalardan aldıkları güçle, kendilerini dokunulmaz kılıyorlar. En büyük öldürme aygıtının devlet olması, bunun böyle olduğunu gösteriyor. Bazen bazı yetkililerin yargılanması, bu gerçeği değiştirmez.
Devlet, bazen bazılarını kendi sicilini kirletmemek için harcar ve kendisinin emriyle işlenen cinayet ve suçları, münferit olaylar olarak gösterir. Devletin kendisini en çok meşrulaştırdığı ve vazgeçilmez kıldığı zaman, ulus devletin gelişim gösterdiği kapitalist koşullardır. Özellikle şehirler, bu etkinin ve meşruluğun en yaygın olduğu alanlardır. Köylerde ve yaylalarda yaşayan insanların, yardımlaşma, dayanışma ruhunun daha çok güçlü olması, devletten ve hiyerarşiden uzak durmasıyla ilgilidir. Dikkat edilirse, köy insanında insani ilişkiler ve misafirperverlik daha güçlüdür. Köylerde yaşayanlar özgürlüğe daha yatkınlar, daha doğallar ve doğayı ve ekolojiyi koruma yönleri daha güçlüdür. Dolayısıyla tarihten günümüze kadar, egemen siyasetin köylerde, şehirdeki kadar fazla bir etkisi olmamıştır. Ancak kapitalizmin köylere ve en ücra yaşam alanlarına kadar girmesi, adı geçen değerlerde, ilişkilerde ve devlete yaklaşımda bir yozlaşma ve farklılık yarattı.
Devlet, kapitalizmle beraber bütün yaşam alanlarını kontrol etmeye başladı. Çünkü kapitalizm teknolojiye dayalı gelişim gösteriyor. Dolayısıyla teknolojinin girmediği alanlar, kapitalizmin etki alanının dışında kalır. Şimdi kapitalizmin girmediği bir yer kalmadı artık. Kapitalist devlet siyaseti, sahte vatanseverlikle ve sahte demokrasiyle toplum üzerinde egemenlik kurarak, her türlü toplumsal değeri pazara sürmüş, alım-satım konusu yapmıştır. Egemen devlet siyasetinin toplum üzerinde egemenlik kurması, toplumun eğitimsizliğinden dolayıdır. Ve bu egemenlik kurma durumu binlerce yıl öncesine dayanır. Devlet siyaseti, mülkü muhafaza etmekle ve toplumu denetim altında tutmakla şekillenir. Devletin halka hizmet etme iddiası, kendisini toplum nezdinde meşrulaştırmaya ve varlığını devam ettirmeye yöneliktir. Tarihten günümüze kadar devlet, kendisini vazgeçilmez kılmıştır. Köleci ve feodal sistemlerde devlete hakim kesimler, kendilerini tanrının yeryüzündeki temsilcileri hatta bazı krallarda kendilerini tanrı ya da yarı tanrı olarak görüp, toplumu köle olarak kullanıyorlardı.
Toplumlar, bu sistemlerde gerçekten de, yönetici sınıfı tanrı olarak görüyor, kendilerini de onların kulları olarak görüyorlardı. İşte dinlerin ve peygamberlerin ortaya çıkışı, bu tanrılaştırma ve kullaştırma sistemine karşı bir isyan hareketi olarak gelişti. Yani dinlerin ve peygamberlerin ortaya çıkışı, devlete meşruiyet kazandırmak değil, devletin toplum üzerindeki egemenliğini ortadan kaldırmaktı. Ancak halkın kendisini yönetememesi, bilinçsizlik ve önderliksiz oluşu, toplumu devlet denilen illetten kurtaramamış, bir süre sonra, dinlerde yozlaşarak devletin tekeline girmiş, kapitalist sisteme kadar bu böyle devam etmiştir. Kapitalist sistemde de insanın insana kulluğu, paranın tanrılaşmasıyla devam etmiştir. Devletle halk arasındaki ilişkilere baktığımızda, tanrı ve kul ilişkileri olduğunu göreceğiz. Başka türlü olsaydı, devlet kutsanmazdı. Devlet olmasa da halk yaşayabilir ama halk olmazsa devlet yaşayamaz.
Ancak devletin tarihsel ve güncel olarak halk üzerinde bıraktığı etki, halkın devlet olmadan yaşayamayacağıdır. İşte köleliğin en ağırı ve insanın beyninde yer edinmesi budur. İlkel komünalizmde kabileler arasında savaşlar ve birbirlerine saldırılar olmasaydı, bir koruma ve savunma gücüne ihtiyaç duyulmaz ve devlet denilen toplum karşıtı aygıt oluşmazdı. İlk sınıflaşma devletle başladı. Devlet oluşmasaydı sınıflaşma olmazdı. Yani önce devlet oluştu ve sınıf denilen ayrışma devlet içinde ast ve üst yönetim ilişkileri olarak böylece gerçekleşti. Bu durum, ilk başlarda bir ihtiyaç gibi görünse de, sonradan toplumun her alanına nüfuz ediyor ve ilerleyen çok uzun yıllarda topluma tam hakim olabiliyor. Devletin toplumsal yaşama girmesi çok uzun sürüyor. Bundan dolayı, devletin toplumsal yaşamdan çıkması da çok uzun sürecek. Kabileler arası savaşlar, devletin toplumsal yaşama girmesiyle, sonradan devletler arası savaşa dönüşüyor.
Yani günümüze kadar süren savaşlar, aslında ilkel komünalizmin yozlaşmaya başladığı dönemde kabileler arası savaşın günümüze kadar devletlerin eliyle devam etmesidir. Bir devlet-yönetim halkla kaynaşarak ve halka hizmet ederek, dışarıdan gelen saldırılara karşı, savunma savaşı verebilir ve bunu anlayabiliriz. Ama başka halklara ve ülkelere seferler yapma, başkasının ülkesini yağmalama, işgaller yapma neyin nesi oluyor? Yani emperyalizm dediğimiz işgaller, eskiden Osmanlı’nın Viyana kapılarına kadar gitmesi, ve günümüzde ABD’nin emperyalist sömürü için, Mısır’a ve Irak’a Afganistan’a gitmesidir. Yani emperyalizm sadece kapitalizmle ilgili bir yayılma siyaseti değil, devletin toplumsal yaşama tam olarak girmesiyle gerçekleşen bütün işgal saldırılarına denir. Devlet sadece toplumu savunan basit bir derme çatma bir öz savunma gücü olarak kalsaydı, toplumsal sınıflaşma ve işgaller-savaşlar olmazdı.
Halkların kardeşliği bir tercih olmaktan öte, bir zorunluluktur. Kabileler arası savaşlar olmasaydı, savunma gücüne ihtiyaç duyulmazdı ve halklar, kardeşçe yaşarlardı. Bir savunma gücü olarak oluşan devlet aygıtı sonradan kendi savunduğu halk üzerinde de otorite oluşturuyor ve sömürüyor ve böylece sınıflaşma böyle başlıyor. Yani önce sınıflar ortaya çıktı da sonra devlet oluşmadı. Önce devlet oluştu, sınıflar devlet içindeki emir komuta zinciri, ve hiyerarşik sistem içinde ortaya çıkan ast üst ilişkileridir ve bu ilişkilerin topluma yansımasıdır. Tabi bu sınıflaşmalar günümüze kadar modernleşerek devam etmektedir. Anarşistlerin, siyasi koşullar ne olursa olsun, devlet ortadan kalkmalıdır demeleri aslında doğrudur. Çünkü devlet var olduğu sürece, sınıflaşma bitmez.
Devlet içindeki hiyerarşik ast-üst mekanizması, sonradan toplumsal sınıflaşmaları doğuruyor. Bazıları da diyor ki devlet olmazsa her taraf hırsızlarla dolar, herkes birbirini yer bitirir ve kargaşalık olur. Halbuki en büyük hırsız, katil ve haydut devletin kendisidir. Devleti yönetenlerin aldıkları maaşlar, yaptıkları yolsuzluklar-hırsızlıklar, nerelerde ve nasıl yaşadıkları, sermayeye nasıl bekçilik yaptıkları dikkate alınırsa, halka nasıl davrandığı görülürse, devletin ne gibi bir role sahip olduğu ve ne yaptığı netçe anlaşılır. Bu açıdan halkın yapması gereken, kendi özyönetimini kurması ve özgürce yaşamasıdır. Kürt Halk Önderi Öcalan’ın, ”halkların devlete değil, özyönetime ihtiyaçları var” demesi boşuna değildir. Günümüze kadar hiçbir lider, Bakunin ve Öcalan kadar, devleti iyi bir şekilde tahlil etmemiştir, edememiştir. Bakunin ” her emir özgürlüğün suratında patlayan bir tokattır” diyor.