1800’lerin başlarından imparatorluğun yıkılışına kadar Kürdistan, dönemin büyük bir kısmını isyanlarla ve bastırma seferleriyle geçirir. 19. yüzyıl boydan boya isyan ve bastırma yüzyılıdır. İngiliz ve Fransız misyonerlerinin etkisiyle imparatorlukla aralarını bozan Ermeni ve Süryaniler üzerine bastırma seferlerinde bu yüzyılda artış olur. Yüzyılın bitiminde, 20. yüzyılın başlarında tarihin bu en eski halkları neredeyse silinir. Kapitalizmin kışkırttığı milliyetçilik yavaş yavaş zehirli ürünlerini vermektedir. Kürtlerin aynı akıbete uğramamaları farklı din ve direnişlerinin kapsamlı olmasından ötürüdür.
Ortaçağdaki din ve mezhep çatışmaları en az ilkçağdaki çatışma ve savaşlar kadar tahripkâr etki bırakmıştır. Kürdistan’da uygarlaşmanın bu çatışma ve savaşlar nedeniyle gelişemeyeceği açıktır. Sürekli dağ kovuklarında varlıklarını korumaya çalışan etnisiteyle, istila ve işgal karargâhları olan şehirlerin yapısı diyalektik bir ilişkiyi yakalayacak bir durumda değildir. Her bölüntü kendi geriliğinde ve izole edilmişliğinde adeta boğulur. İslam’ın selam yüzü biraz kazındığında, altında binlerce yıllık zorba ve istismarcı gücün çıktığı görülecektir. Sultan ve bendeleri her türlü tanrısal sıfatlar altında, ayet ve hadislerle kamufle edilen bir zorbalık ve sömürü rejimi yürütmektedir. Eşkıyanın dağdaki kaba ve açık yüzlü iken, şehirdeki ve iktidarda olanın cüppeli, sarıklı ve ağzı örtülü olarak aynı zorbalığı ve istismarcılığı tanrıdan onaylı olarak yürütmektedir. Fark özde değil biçimdedir.
Neolitik dönemin sosyal nitelikli mücadeleleriyle başlayan ilkçağ köleliğinin savaşlarıyla tırmandırılan ve ortaçağ feodalizminin savaş ve terörüyle sürekli yoğunlaştırılan Kürdistan üzerindeki mücadele, savaş ve terör ortamında Kürt halkının varlığını koruması bile oldukça değer taşımaktadır. Güçlü ve gelişkin uygarlıklar altındaki kadar olmasa da, etnik direnişçilik tüm kusurlarına rağmen Kürtleri bu amansız tarihi süreç içinde var kılan temel faktördür.
Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasından sonra Kürdistan’ın daha da parçalanması ve şiddet ortamına çekilmesi gelişti. Yeni emperyalist ve sömürgeci güç olarak yükselen İngiltere ve Fransa’nın çizdiği Ortadoğu haritasında Kürdistan üzerinde Türkiye Cumhuriyeti, İran şahlığı, Irak monarşisi ve Suriye-Fransız yönetiminin egemenliği geçerli kılındı. Daha doğrusu dayatıldı. Yeni rejimler altında çıkarları daha da daraltılan Kürt işbirlikçi üst tabakasının sınırlı ve eski otonom heveslerinden kaynaklanan ve çoğu tahriklere dayanan isyan hareketleri terörün yoğunlaşmasına yol açtı. Ayaklanmalar ulusal ve demokratik talepleri geliştirmiş olmaktan uzaktı. Eski ayrıcalıklı günlerini arayan Kürt işbirlikçi feodalitesinin yeni rejimlerden pay isteme kavgasıydı. Kapitalizme dayalı ve milliyetçi ideolojiden etkilenen yeni rejimlerin tek ulus, tek dil, üniter devlet fanatizminden Kürtlerin payına düşen, eskisinden beter inkâr edilmek, baskı altına alınmak, isyan halinde katliam ve zoraki asimilasyonla ortaçağ karanlığına terk edilmekti. Tam anlamıyla cendereye alınma söz konusuydu. Denebilir ki, dünyada Yahudilerden sonra bölgesel çapta şoven milliyetçiliğin en yoğun terörünü yaşan halk, etnik ve olgusal varlık olarak Kürtlerdi. Kürtlerin kendi işbirlikçi hainleri tarafından feodal geriliğe terk edilmeleri, çağdaş milli demokratik hareketlere bile anlam verememeleri yüzünden yaşadıkları durum, 20. yüzyılın en çirkin yüzlerinden biridir.
Türkiye’nin egemenliği altına aldığı Kürdistan’da yürüttüğü politikaya resmi olarak ‘sel hareketi” adı verilmekteydi. Üzerinden geçilen her yeri çiğneyip geçmek ‘iyi’ olarak benimsenmişti. Bunda kaybedilen imparatorluk acısı da vardı. Hiç olmazsa geri kalan parçalar mutlak bir erimeye tabi tutulmalıydı. Dünyanın hiçbir döneminde, hiçbir rejiminde görülmeyen anadil Kürtçe yasağı bile 12 Eylül rejiminde uygulandı. Bin yıllarca yaşanan sosyal mücadeleler, amansız istila, işgal ve kolonileştirme savaşlarına ek olarak, tüm toplumsal değerler üzerine Kürtlüklerini yansıtacak her şey üzerine bir kara şal örtülmüştü. Türkiye Cumhuriyeti statüsü altında Kürtlerin yaşamı üzerine sosyal-bilim ve edebiyatın çok yoğun çabaları ancak bazı gerçekleri gün yüzüne çıkarabilir.
İran’da yeni bir imparatorluk hanedanı olarak yükselen Pehlevi Şahlığının uygulamaları da cumhuriyet Türkiye’sinden faksızdır. Simko İsmail ayaklanmasından Mahabad Kürt Cumhuriyeti deneyimine kadar tekrarlanan Kürt hareketliliği benzer ideolojik, sınıfsal nedenlerle kolayca tasfiye edildi. Geriye yoğun bir terör rejimiyle 20. yüzyıla özgü faşist milliyetçi yaklaşımlar hakim kılındı. Irak ve Suriye Kürdistan’ı üzerinde İngiltere ve Fransa’nın uygulamaları, işbirlikçi Arap hanedanlara dayalı aynı bastırma ve sömürge rejimini egemen kılma biçimindeydi.
- yüzyıl Kürt olgusunda yaşanan, gerçekten dünyada örneği olmayan ‘kafese kapatma ve evcil hayvan haline getirme’ politikasıydı. Kürtlerin toplumsal bir olgu olarak insandan sayıldığına dair hiçbir işaret yoktur. Bir Afrika’ya uygulanan sömürge politikaları bile Kürtlere çok görülmüştür. Siyasi, ekonomik, sosyal, hukuki, hatta askeri politikaların çağdaş etnik, ulusal ve sömürgeleştirme baskısı biçimleri bile çok görülmüş, uygulanmamıştır. Yok sayma (“Sen kendini Kürt saymazsan, Kürt sorunu yoktur” diyen yeni Başbakan R. T. Erdoğan, aslında derin devletin gerçeğini ezberlemiş olarak söylüyor), “Hakim ulus ve mezhepten olduğun, kendini yok saydığın oranda kabul görebilirsin” anlayışı, aslında faşizmin en tehlikeli biçimlerinden biridir. Yahudi türü açık ve nettir. İnkâr türü kapalı ve karanlıktır. Kürtlere uygulanan teröre ‘kara terör’ demek yerindedir. 20. yüzyılın sonlarında ve 21. yüzyılın başlarında ABD etkinliğine iyice açılan bölge ve Kürdistan’da, tehlikeli ve çelişkili bir politika takip edilmektedir. Bir yandan Kürt federesi, diğer yandan PKK ve en büyük Türkiye parçasındaki Kürt tasfiyesi –uygulanan savaş ve sonuçları- ABD ve AB’siz asla düşünülemez. Filistin- İsrail oyunundan daha beteri Kürdistan ve komşuları arasında oynanabilir. Mücadele, savaş ve terör politikasına ‘dehşet’ sıfatı eklenebilir. Tarihin hiçbir döneminde ve yerinde hiçbir insan topluluğuna bu yönlü dehşete varan politikalar uygulama ve her şeyi bu politikalara, şiddetin en planlı ve sinsi olanına dayalı olarak belirleme örneğine rastlanmamaktadır.
Hemen şu hususu belirtmeliyim ki, eskiden yaptığımız gibi bu savaş politikalarını Türk, Arap, Fars ulus sömürgeciliği, inkâr ve imhacılığı söylemiyle izah etmeye çalışmak çok yetersiz ve yanılgılı sonuçlara götürür. Olgu daha kapsamlı tarihsel ve toplumsal sistemlerle ilgilidir. Aynı biçimde Kürdistan’daki uygulamalardan Türk, Arap ve Fars devleti sorumludur tarzındaki söylemler de soyut ve indirgemecidir. Olgunun gerçek oluşumunu izah etmekten uzaktır. Ortada zannedildiği gibi bir Türk, Arap, Fars ulus çıkarı, devleti yoktur. Ulus-devletin kendisi bir sıfattır; ideolojik tanımlamadır, gerçeğin kendisi değildir. Ulusların devleti olmaz. Hatta dar anlamda sınıfların da devleti olmaz. Devlet en azından beş bin yıllık gelenek olup kartopu-nar topu gibi yuvarlana yuvarlana günümüze kadar gelmiş, birçok parçaya bölünmüş, bazı etnisiteler onu çok bazıları az kullanmış, kullananlar da tüm etnisite olmayıp bazı hiyerarşik ve sınıfsal gruplar olmuştur.
Belki de Türk, Arap ve Fars etnisitesi, ulusu, devlet olgusundan Kürtler kadar baskı ve sömürü görmüştür. Türkmen’in çektikleri, Bedevinin yaşadıkları, gulamların gerçekleri Kürtlerden daha azdır demek yanıltıcı olur. Kaldı ki, hangi Kürtler sorusu da çok çok önemlidir. Bu savaş politikalarının en büyük sorumlusu Kürt feodalitesidir. Beylik, mirlik, hacı hocalık taslayan takımıdır. Eğer bunların, yoksul emekçi Kürt halkına her zaman büyük zarar verenlerin ciddi bir amaca ve yönteme dayanmayan, provokatif ayaklanmaları ve sonradan alçakça teslimiyetleri olmasaydı, hiçbir Türk, Arap, Fars ulusçusu ve devletçisi mevcut uygulamaları icat edemezdi. Dolayısıyla eğer Kürtler için en stratejik olumsuz öğe aranacaksa, bunu kendi hainleri içinde araması gerekir. Hem de her zaman ve her yerde. Her yöntem ve amaçla. Çünkü bunlar iğrenç çıkarlarıyla ve Filistin-İsrail trajedisini bile geride bırakabilecek oyunlarıyla Kürt halkıyla iktidarları karşı karşıya getirip sonra aradan sıyrılıyorlar. Karşılığında ihanet bedeli mal mülklerini koruyorlar. Hatta metropol ve sayfiye yerlerinde yerleşimler kurarak o lanetli binlerce yıllık oyunu durdurmadan sürdürüyorlar.