Suyla başlayan yeryüzünün döngüsü, hep bir yenilenmeyle devam etmiş ve yeni yaşam formları sudan karaya doğru gelişmiştir.
Evrim zinciri, canlılığın suda başlayıp, oradan karaya çıkarak, bitki kültürünü oluşturarak, ilk insansı primatlardan günümüz insanına kadar devam etmiştir. Evrimsel boyuttaki bu döngüyle bugüne kadar gelen bu yaşam biçimleri evrendeki her canlıya farklı bir ekolojik rol biçmiştir. Dolasıyla doğada gereksiz ya da zararlı diye bir şey yoktur. Herşey adeta bir terazi gibi dengede gider ve doğada kaybeden olmaz, aksine geleceği vareden bir miras oluşur. Bu doğal evrim mirası zamanla insan toplumunu oluşturur. Yani yirmi milyar yıl olarak sanılan evren tarihi bugün insan toplumunda doğal evrim akışını sürdürmektedir.
Tür olarak insanın belki de evrenin en son aşamasının bir ürünü olduğu söylenir. Bu nedenle insanda maddenin ve biyolojik evrimin tarihini görmek bunun ispatıdır. Yani bu nedenle insana ‘evrenin toplamıdır’ denilmektedir. Evrenin bu hareketli halini oluşturan ilk parçacıklar da sürekli hareket ve değişim vardır. Bu hareket ve değişim içinde gelişen bir bitki ve bakteri de insandan daha eskidir. Dolayısıyla bu doğal akışın sonucunda gelişen insanın ve türlerin yaşamı doğayla doğrudan bağlantılıdır. Doğa çeşitliliğin dinamik birliğini geliştirerek, ekolojik bütünlüğü oluşturmuş ve insana bunu öğreterek, bu çeşitliliğin içinde birbirine zarar vermeden yarar sağlayacağı(mutualizm), birisi yarar görürken diğeri ne zarar ne de yarar(kommensalizm) göreceği simbiyotik ilişkiler ağını oluşturmuştur. Bu gelişme insan ruhunda ve zihninde ortak aklı ve onun komünal yaşam tarzını gelişmesine ön ayak olmuştur.
Doğa, nasıl ki yaşamı ve çeşitliliği esas almışsa kadın da yaşamı doğa ananın bilgeliğinde dokumuştur. Kopmaz bağlarla döşediği bu dokumayı inanarak yapmış ve hep kutsal görmüştür.içindeki dengesini bozmadan (genetik, tür ve ekosistem çeşitliliğini) doğal dengeyi korumuş ve ekolojik onun hava, su ve ateşle birlikte her türlü imkanı sağlayan çeşitliliğini güçlü ve tanrısal bulmuştur. Kurbanlar atfederek doğanın kendi ilişkiler ağını geliştirmiştir. Bu karşılıklı ekolojik ilişkiler ağı, doğal toplum ruhunu, dinamiğini ve estetiğini geliştirerek toplumu bütünleştirmiş ve yaşamı ekolojik kılmıştır. Bu süreç, hiyerarşik toplumla birlikte ana-kadın eksenli topluma taban-tabana zıt olan, erkek egemen toplum kültürünün gelişmeye başlamasıyla devam etmiş ve uygarlık ya da devlet-sınıf-kent üçlemi altında sistemleşmiştir. Böylece ekolojik toplumun, sınıflı toplumun gelişmesiyle adım adım geriletilmesi, günümüze kadar gelen en temel toplumsal çelişkilerden biri konumundadır. Bu temelde insanın insana, kadına ve doğaya karşı tahakküm içeren bu sistem, günümüze kadar çeşitli aşamalardan geçip daha da derinleşerek devam etmiştir.
Kadına dayalı toplumsallaşmanın hakimiyet altına alınmasıyla başlayan bu yeni tür toplumsallık hakim olan ve hakim olunan tarzında bir ilişki sistemini açığa çıkarmıştır. Toplum farklı katmanlara bölünerek, hakim olan ve sömüren egemen bir kesim ortaya çıkmıştır. Topluma yön veren temel ilişki biçimi egemenlik ilişkileri olmuştur. Toplumda ortaya çıkan bu tabakalaşma sonucu birey toplumdan koparılmış, özeldeyse kadın toplumdan koparılmıştır. Bu yansımasını doğaya yaklaşımda da göstermiştir. Bu zihniyet biçimi bu dönemden sonrada farklı biçimlerde devam etmiştir.
Dinin idealist felsefeye dayalı biçimi Ortadoğu toplumlarını en çok etkileyen tarz olmuştur. Bu zihniyette yeryüzü, doğa bir an önce terk edilmesi gereken bir handır. İnsanı kendine bağlayan, günaha sokan kirli bir mekandır. Doğru ve gerçek öte dünyadadır. Doğruya ve gerçeğe ulaşmak biran önce bu dünyadan kurtularak sağlanabilir. Bu zihniyetin ortaya çıkardığı en önemli anlayış doğadan koptukça, doğayı ret ettikçe özgürleşirsin anlayışıdır.
Bu zihniyet kapitalist uygarlık çağıyla zirveleşir. Kör doğa, zalim doğa bu dönemin temel sloganı olur. Bireyci zihniyet her şeyin merkezine kendini koyarak kendisi dışında kalan her şeyi kendi çıkarı için kullanmayı kendine hak bilir. Bireycilik toplumu nasıl dağıtmayı kendine hak bilmişse doğayı talan etmeyi de kendine hak bilmiştir. Bu anlayıştan hareketle doğa üzerinde her türlü tasarrufu yapmıştır. Özellikle tekniğin gelişimiyle teknolojinin yanlış kullanımı, Ana-kadın kültürüne karşı tahakkümü kadın, toplum ve doğa üzerinde yürütülerek ekolojik sorunların temel kaynağını teşkil etmiştir. Kadın ve doğa üzerinde egemen olan bu sistem hem kadının kendine hem de doğaya yabancılaşmasını beraberinde getirmiştir. Böylece kadın ve doğa üzerinde egemen olmak, ona yabancılaşarak yok edilecek bir nesne olarak bakmak, çıkarcı yaklaşım temelinde sınırsız sömürüye tabi tutulması toplumun parçalanmasına ve komünal değerlerden uzaklaşmasına yol açmıştır.
Reber Apo’nun da belirttiği gibi, “iktidar hakimiyeti zihniyet hakimiyetini gerektirir. Zihinsellik ise gerçek dışılığı geçerli kıldığı sürece iktidarı güvenceye alabilir. İktidarın kaba güç yönü her zaman ince güç yönü olarak zihnin bu türünü canlı ve egemen kılacaktır. Zihniyetin bu tarz oluşumu doğada yabancılaşmasının da temelini oluşturmaktadır. Toplumu var eden komünal bağı inkâr ettikçe ve yerine bir sapma olarak gelişen hiyerarşik ve devlet güçlerini esas aldıkça, zihniyet durumu doğayla yaşam arasındaki bağın unutulmasına, önemsiz kılınmasına açık hale gelecektir. Uygarlığın dayandığı bu zemin üzerindeki her yükseliş, daha fazla doğadan kopma, çevreyi tahrip olarak yansı bulacaktır.” Bu durum doğadan kopuşu, yabancılaşmayı ve beraberinde de kendini ondan üstün görmeyi getiriyor. Bu bakış açısı doğal olarak insana ve doğaya hakimiyetin zihniyetini oluşturuyor. Aslında bu yalan ve hilekarlık ise nesneleştirdiği doğanın olağanüstü gücüne de dayanmaktadır. Böylece ekolojik sorunların kaynağının zihniyet sorunlarına dayalı her türlü tahakküm, zor ve mülkiyet aygıtlarına dayalı sistemin yarattığı ekolojik ve toplum kırım olduğu bir kez daha anlaşılırdır.
Bu temelde bilim-tekniğe dayalı yenilikler halkların yoksullaştırılmasına, göçertilmesine, kültürlerin ve kimliklerin yok edilmesine, her türlü çevre tahribatına yol açmıştır. Bu da yaşadığımız çağın ekolojik krizini derinleştirerek gezegenimizi imhayla karşı karşıya bırakmıştır. Bu bağlamda ekolojik yaşamın iki temel nirengi noktası olduğunu ileri sürebiliriz. Birincisi toplumsal ilişkilerimizin her türlü hiyerarşik ilişkiden, sömürüden ve tahakkümden arındırılması, ikincisi ise doğal evrimin yeniden kendini zenginleştirecek potansiyelinin desteklenmesi. Bu iki nirengi noktası birbirini öncelemediği gibi birbirini destekleyecek şekilde bir arada eş zamanlı geliştirilirse ekolojik bütünlük ulaşmak mümkün olacaktır.
Günümüzde ekolojik sorunlara çözüm, canlıların yaşamlarını idame ettiği, dolaylı veya dolaysız bir biçimde etkilendiği çevre faktörü göz önüne alınarak gelişse de klasik çevre korumacı zihniyetle, sadece sorunların geçici tedbirlerle çözümlenmesi şeklinde olmuştur. Ancak bu çözümlerin yeterli olmadığı, ekolojik sorunların çözümünün zihniyet temelindeki dönüşümlere bağlı olduğu hiyerarşik, devletçi-iktidarcı sistem geleneğinin çözümlenmesi için sorunların temel kaynağına yani toplumsal ekolojik sorunların başladığı uygarlık bakış açısıyla mücadele edilerek ekolojik bakış açısı geliştirilerek, çeşitlilik içinde birliği, farklı parçaları ahenk içinde bütünleştiren holistik bir dinamik bütünlük olarak ele alınmalıdır.
Nucan MALATYA