Halkımızın direniş tarihinde 12 Eylül neyi ifade eder? Yakın döneme ilişkin etkileri ne olabilir?
Ortaya çıkan en önemli gerçek, Türk egemenlik sisteminde ordunun rolünün beklendiği gibi, rolünü başarıyla yerine getirip tekrar toplumun koruyucu ve denetleyici rolünü kendine biçtiği bir misyonu, bu sefer de tekrarlanmak istemesidir. Bugün daha iyi açığa çıkan gerçek, Türk egemenlik sisteminde politikasızlığın sorunların halletme gücünde ve yaratıcılığında olmadığıdır. Sosyal sınıflar zorlandıklarında sürekli orduya sığınıyorlar, askeri çözüm yollarına bel bağlıyorlar. Bu sefer de girmek istedikleri çözüm aracı olarak, devreye geçirmek istedikleri ordudur.
Ordu, kendine güvenen ve her ortaya çıktığında toplumun beklentilerine uygun olarak, rolünü icra eden bir konumu, bu seferde sonuna kadar yaşayabileceğini, başarıyla tekrar yerine çekilebileceğini hesaplıyordu. Özellikle karşısındaki direniş ögelerinin tarihsel olarak sürekli rahatlıkla ezilebilme durumları, bu kanıyı daha da pekiştiriyordu. Bu kez daha az donanımlı direniş ögelerinin, rahatlıkla ezililip tasfiye edilebilecekleri bekleniyordu. Bu beklentisine göre bir vuruş tarzı ve istikrar programı düzenlenmişti. Bugün ortaya çıkan diğer bir gerçek, Türk egemenlik sisteminde politikanın güçsüzlüğüdür. Politikadan beklenmesi gereken rolün yerine getirilmesinde, içine düşülen muazzam yetmezlik ve bunun da sorunların çözümüne hizmet eder bir durum olmadığını daha iyi kavrıyorlar. Politikasızlık, cüce politikacılığın toplumsal gelişmede, birlik bütünlük adına “ordumuzun itibarını hiçbir zaman zayıflatmayalım” edebiyatıyla, hiç de gelişmeye hizmet etmediklerini yeni yeni kavrıyorlar. Politikanın rolünün daha iyi sahip çıkılması gerektiğini farkediyorlar.
Kısaca, Türk kafasındaki siyasal cücelik biraz daha net görülüyor. Fakat çözüm bulmaktan da uzaklar. Her şeyi orduya terkeden zihniyet, yalnız sömürücüsü ve ezeniyle değil, ordu hakkında geliştirilmiş olan imajının bu sefer tam başarıya gitmemiş olmasını ezilenler de bilmiyor, yani direnişimizin karşısındalar. Sonuna kadar orduya güvenerek rahat yaşanamayacağını, sorunların çözülemeyeceğini, dolayısıyla yeni arayışlar geliştirmek gerektiğini, bu konuda kendilerini yorup çözüm üretmeleri, bunun da yolunun politika yapmaktan geçtiğini, bazıları daha iyi görmeye başlıyor. Özellikle aydın gafleti, bu konuda kendine gelmeye başlıyor. Yine egemen sınıflar kadar, ezilen sınıfların da daha iyi yaşam için, kendi programlarını daha iyi yürütmek için, iyi sınıf öncülerine ihtiyaçları olduğunu daha iyi görüyorlar. Bu sonuçlar önemlidir. Bir yandan ordunun geleneksel, tarihsel misyonunu kırılmıştır. Türk egemenlik sisteminin, dünyada ender görülen bir rolü üslendiği ortadadır. Yani “sığınılacak nokta”, “her şeyi kurtaracak ocak”, “o sağlam kaldıkça her şey istikrar bulur, gerektiğinde güllükgülistanlık ortam sağlar”, “ordumuz yaşadıkça bize ölüm yoktur”, “ordumuz varoldukça her şey yoluna girer”, “ordumuzun itibarıyla oynamayalım”, “ordumuz için her şeyimizi feda edelim” gibi anlayışların, istedikleri sonuçları elde etmeye yetmediğini gördüler. Bu, ilk defa herhangi bir dönemden daha fazla bu dönemde ortaya çıkıyor. Ordunun bu geleneksel itibarının aşılmış olması, çözümleyici bir güç olmadığının kavranması önemlidir. Özellikle siyasal mücadelelerin gelişmesi açısından, daha olumlu bir anlayışın gelişimine yol açabilir.
Bu durum böyle olunca, bunun zıddı politikaya yüklenmek gerekiyor. Politikanın gerçek rolünün oynaması zorunluluğu ortaya çıkıyor. Politik mücadele, sınıfların gerçek kuvvetleriyle, ideolojiksiyasal hareketlilik içine girmelerini zorunlu kılar. Bunun da ciddi yapılması gerekiyor. Bu yapıldıkça, Türkiye’nin sorunlarına daha kapsamlı yaklaşmak mümkündür. Daha çaplı politikacılar, örgütler, mücadeleler ortaya çıkabilir. Bunun da, bundan sonra daha sağlıklı gelişmesini söylemek mümkündür.
Türk egemenlik sistemi, ordu örgütlenmesine bir klan ve aşiret örgütlenmesi gibi bağlanmıştır. Çok kutsal görür, kutsal duygularla bağlıdır. Bu duygular her türlü gericiliğin de temelidir. Faşizminden tutalım her türlü şovenist, ulusal ve sınıfsal gerçeklerin reddine kadar bu duygular önemli rol oynar. Bu duyguların bugün yıkılması söz konusudur. En çok da generallerin üzerinde titrediği orduya halel getirmemek, ordunun itibarını düşürmemektir. Kastettikleri de budur. Toplum her zaman orduya güçlü duygularla bağlanmalı, ordunun sınıflar üstü ve hatta devlet üstü bir kurum olduğuna, en ufak bir kuşku ve gölge düşürülmemeli, günü geldiğinde herkes büyük bir kölelik ruhu ile buraya bağlanmayı, bu dünyada Allah’a sığınmak gibi en kutsal erek olarak kabul etmeli, dolayısıyla da ocağın hususiyetine hiç halel gelmemeli, gelmediği oranda da, onların düzenini sağlamalıdır.
Bizim direnişimizin en büyük sonuçlarından birisi de, ordunun bu niteliğini teşhir etmesidir. Ordunun en büyük kurtarıcı umacı gibi olmadığı, orduya tam güvenilmeyeceğinin ortaya çıkarılmasıdır. Türk sisteminin toplumsal düzenlenişinde, ordunun bu biçimde kavranmasının, onun en son sığınılacak kurtarcı güç olarak düşünülmesinin doğru olmadığı veya beklentilerini tam yerine getiremeyeceğinin ortaya çıkartılması, bu nedenle çok önemlidir. Uzun vadeli direnişimiz, bilakis şunu kanıtladı ki, ordu toplumsal sorunların kaynağıdır. Genelde devlet, özelde ordu üzerinde durulmadıkça, üzerine gidilmedikçe, siyasal iktidar ve Türk sisteminde, onun içindeki askeri gerçek yerli yerine oturtulmadıkça, sorunun çözümü için üzerine gidilip bu konuda çıkış yolları aranmadıkça, Türkiye’nin hiçbir ciddi sorununa çözüm bulunamaz. Bu, bugün ortaya çıkıyor ve anlaşılır bir husustur.
Ordu, son tahlilde zor olayından ibarettir. Zorun üretimi geliştirdiği, çelişkileri çözdüğü görülmemiştir. Zor, ancak yaratılmış olana el koyar, yaratılmış olanı bir elden diğer ele devrettirir, bunun için emreder. Ama bizzat kendisi üretim yapamaz, üretimi geliştiremez. Hele hele mevcut üretim ilişkileri, üretim güçlerinin gelişmesi önünde engel bir duruma gelmişse, bir toplumsal sistemde Türkiye’nin kapitalist sistemindeki üretim ilişkileri, üretim güçlerinin gelişmesini muazzam frenliyorlar, bunu iyi biliyoruz.
Nüfusun yarısı işsiz, kaynaklar son derece dar bir tekelciholdingci elde çarçur edilerek, üretim güçleri mahfediliyor. Başta insan emeği olmak üzere, her türlü işsizliğin ve her türlü açlığın kaynağı, üretim ilişkileriyle, üretim güçlerine hakim olanların niteliğinde aranmalıdır. Bugün bunlar en vurguncu üretimle, üretimin geliştirilmesiyle alakası olmayan faizle, sadece milyarlara milyarlar katan, ticarette, özellikle de hayalisinden tutalım hakikisine kadar, sadece ihracatçılıkla palazlanan, sermaye birikimini yapan bir öncü kesim söz konusudur. Bunlar üretimle en az ilgilenen kesimdir. Sadece çalıp çırpıp biriktirirler. Böyle olunca da, üretim güçleri çok ciddi bir üretim ilişkileri engelliyle karşı karşıyadır. İşte bugünkü ordu, 12 Eylül rejimi, zaten dışa açılma denilen muazzam oranda para politikasıyla oynayarak, toplumun çeşitli sınıflarındaki gelir bölümündeki payları değiştirmektedir. Tabii ki bunlar, sürekli ezilenler ve emekçi sınıfların aleyhine değiştirilmektedir. Tarihte en çok emekçi sınıfların üretim ve tüketim içindeki paylarını en azami indirgeyerek, 8 yıl içinde yarıdan daha fazla indirme ve bunu daha üst sınıflara aktarma durumu ender görülmüştür. Bu, saydığımız tefeci, faizci, tüccar kesime aktarımda rol oynayan ve bunların arkasında olan güçlerdir. Bu güçler, 12 Eylül rejimi askeri yönetimidir. Böyle olunca da ordu, günümüz Türkiye’sindeki üretim güçlerinin gelişmesinin önünde, geri üretim ilişkileri kurulmasının temel gücü, arkasındaki asıl dayanak oluyor. Bu konumuyla da ordu zoru, Türkiye’de en gerici rollerden birisini bu dönemde oynuyor.
Ordunun böylesi üretim ilişkilerini zorla ayakta tutmaya çalışması, tüm emekçi sınıfların üretici güçlerinin geliştirilmesini engellemek için, sendikalardan tutalım tüm örgütlenişlerine ciddi yasaklar getirmesi, nefes alamaz duruma getirmesi şüphesiz ancak faşizmle izah edilebilinecek bir gericilik dayatmasıdır. Bu noktaya zaten vardırılmıştır. Böyle olunca da her zamankinden daha fazla Türk ordu sistemi, günümüzde gerici rollerinin en büyüğünü oynamaktadır.
Bunun uluslararası emperyalist sistemin içindekilerini göz önüne getirmiyoruz. Uluslararası emperyalist sistemin genelde dünya emekçi halklarına karşı ifa ettikleri rol, bölgemizde Türk ordusuna NATO içinde biçilen rol, bütün bunlar uluslararası alanda gericiliğin çok güçlü bir dayanağı olduğunu ortaya çıkarmıştır. Türk ordu yapısı, böylece bir yandan kendi halkı, yine egemenliği altındaki halklar üzerinde olsun, uluslararası alanda olsun, günümüzde gericiliğin en güçlü dayanaklarından birisi olmuştur. Bir zamanlar Çarlık Rusyası öyleydi. Yine Almanya’daki Prusya gericiliği ki, o da militarizme dayanıyordu böyleydi. Bugün, bu rolü en iyi bir biçimde ve birinci sırada Türk ordusu oynamaktadır. 12 Eylül rejimi döneminde, Türk ordusunun bu niteliği çok iyi ortaya çıkmıştır.
Eğer herhangi bir gelişmeden, ilerlemeden bahsedilmek isteniyorsa, özellikle yapılması gerekenin bu zor sistemine karşı doğru düşünme, doğru tavır geliştirmeyi bilmekten geçtiğini görmekteyiz. Toplum nefes almak istiyorsa, emekçi sınıflar kaderlerine bir çare ve değişiklik sağlamak istiyorsa, yapmaları gereken iş, genelde iktidar, ama daha çok da ordunun bizzat iktidar olmasına veya siyasal politika üzerindeki büyük ağırlığının görülmesine, buna karşı çıkmayla, bunun çözülmesine dikkat etmeleri gerekmektedir. Onların kurtuluşunun bilimsel ve biricik doğru yolu budur. Buna casaret edilmediği gibi, 12 Eylül faşist rejimi döneminde ordu meselesine yüreklice girilmediği için, bütün ekonomik, sosyal mevzilerden uzaklaştırıldı. Siyasallaşma onlara yasaklatıldı. Ve sonuçta muazzam bir yoksulluk, düşkünlük vb. durumlar içinde boğuntuya getirildiler. Çünkü doğru yolda mücadele etmeye cesaret edemediler. Bunun için örgütlenemediler. Sonuç, bugünkü durumun kabullenişidir.
Bugün bunalım daha da yoğunlaşmıştır, sorunlar daha kapsamlı hale gelmiştir. Fakat cesaretle çözüme gidilemediği içindir ki, bugün bu tablo karşısında toplum adeta umutsuz, sahte siyasiler ve demagoglar elinde, biraz da ne yapacağını bilmez durumdadırlar. Gerçek çıkarlarını konuşturan örgütler ortaya çıkaramadığı, mücadele yürütemediği için böyledir. Bu toplumsal çürümeye götürür. Nitekim gelişen de budur ve bireyin bu aşamada Türkiye’de içinde bulunduğu çürümüşlük düzeyi, bu tahlillerin dışında zaten çok daha gerçekleri ortaya çıkarır.
Toplumlar durarak çelişkilerin üzerine gitmeden ilerlemeyezler. Toplumsal sınıflar kendileri için politika üretmeden, sorunlarını bu temelde çözmek için büyük mücadele vermeden ilerleyemezler. Türk gerçekliğinde açık bir biçimde ortaya çıkan gerçek budur. Bu gerçeklerin böyle ortaya çıkmasında şüphesiz bizim çözüm yolumuz önemlidir. Eğer kısa vadede ordu zoruyla istikrar hemen sağlanıp ve emperyalizmin de onayıyla biçilen demokrasi, ekonomi programı rahatlıkla uygulamaya geçirilseydi, örneğin bazı ülkelerde denenenler sınırlı da olsa Türkiye’de de başarı sağlanmış olsaydı, belki bu rejimin ömrü daha uzun olabilir, daha sineye oturtulabilir, daha muhalefetle karşılaşabilir ve tarihinde yine ordunun en iyisini yaptığı, “günü gelirse yine böyle yapar” imajı beklentisi güçlü olarak ayakta kalabilirdi.
Direnişin her düzeyde ard arda gelişerek sürdürülmesi ile, toplumun bu beklentilerine çok geniş kapsamlı soru işaretleriyle karşılık verildi. Bu işlerin artık eskisi gibi gidemeyeceği, yine halk çarelerinin geliştirilmesi gerektiği, artık orduyu bir tarafa itmek, ordu dışında, hatta orduyu sınırlıyarak, gemleyerek, toplumsal sınıfların, toplumun kendi çıkış yollarını bulmaları gerektiği gerçekliği gösterildi. Bu temelde biliyoruz ki, eski politikacıların yeniden siyaset sahnesine sürülmesinden tutalım yeni politikacıların ortaya çıkarılmasına kadar bir takım deneylere girişildi. Eskileriyle, yenileriyle politikacılık, Türkiye’de emeklemede diyemeyeceğimiz, ağıraksak, körtopal bir biçimde geliştirilmek isteniyor. Bunlarda politikaya köklü bir inanç zayıflığı söz konusudur. Ordu, geleneksel iktidar içindeki konumunu zayıflatmak istemediği için, her zaman Demoklesin kılıcı gibi, politikacılar üzerinde sallanarak tehdit etmektedir. Dolayısıyla cesaretle buna göğüs gererek, orduyu kendi denetimleri altına almak için gerçek bir kuvvet, sosyal ve siyasal kuvvet yaratacak bir önderlik, burjuva anlamda da olsa geliştirilemediği için, politikacılar körtopal, yücelik hastalıklarına tutulmuş olarak ortaya çıkmak durumunda kalıyorlar.
Politika, toplumların ortaya çıkarılabileceği en güçlü çözüm aracıdır. Bu çözüm aracına, ordunun gölgesi altında, ordunun korkusuyla yaklaşmak, daha başlangıçta felçli olarak doğmak demektir. Türkiye’de politikanın doğuşu, politikaya yaklaşım böyle olduğu için, kavga sağlıklı olmadığı içindir. Ki, ciddi bir politik önderlik, ciddi bir politik mücadele gelişmiyor.
Asker politika üzerinde etkili olabilir mi? Kendisi siyasi iktidarın hakimi olabilir mi? Veya bizzat kendisi yönetebilir mi? Direkt mi yapar, dolaylı mı yapar? Türkiye’de biraz sivillerle işlerin idare edildiği dönemde dolaylı yönetir, siviller işin altında kalkamadıklarında ordu direkt iktidara geçer. Türkiye tarihi bu konuda da Osmanlılar’dan günümüze kadar bir yığın deneyimi yaşıyor. Daha Yeniçeri ocağı kurulduğunda bile, Yeniçeriler’in padişahın üzerindeki baskısından tutalım, bir çok dönemde darbe üzerine darbe yapma ve gittikçe toplum üzerinde büyük bir baş belası olma, Osmanlı’nın yıkılışı sürecinde çok daha açık ortaya çıkan bir gerçektir. Toplumun başına ne kadar bela olduklarını, Sultan II. Mahmut’un bu ocağın yıkmak istediği dönemde ortaya çıkar. Tam bir çapulcu, toplumun nefes almasını bile engelleyen bir ur, toplumun gözeneklerini kapatan hastalık olduğu ve kesilip atılması gerektiği, bunun için yine büyük mücadelelerin verildiğini bilmekteyiz. Türk Yeniçeriler’inden sonra geliştirilen Türk ordu sistemi de bugün bundan farksız değildir.
Bugün Türk toplumu üzerinde ordu olanca ağırlığıyla etkilidir. Bütün toplumun gözenekleri üzerinde kontrolü vardır, denetimi ve baskısı vardır, ağırlığı vardır. Ruhi biçimlendirmede, ahlakı biçimlendirmede, aileyi biçimlendirmede bunun ağırlığı vardır. Bu ağırlık altında sağlıklı bir sosyal ve siyasal gelişmenin yaşanamayacağı apacık ortadadır. Ordu, uzun süreler bunu yaparken, kritik anlarda çıkarları sarsıldığında kendisini devletin sahibi sayar, ülkenin sahibi görür. Bu konularda ufak bir tehlike ortaya çıktığında hemen kıcılını kuşanır, piyasaya çıkar. Bir kabadayı gibi, bir mahalle kabadayısı gibi ortaya çıkar, nara atar ve “iktidar benimdir” der. Türkiye’de kaba alamda sistem budur. Bu Yeniçeriliğin günümüze kadar hortlatılmasından başka bir şey değildir.
Aynı zamanda ordunun bu çıkışına uşaklık eden siviller ve şakşakçıları vardır. Bakanlar ve meclis üyeleri çoktur. Günümüz Türkiye’sinde de bu uşaklar alabildiğine çoktur. Kocaman bir meclis sözüm ona Türkiye’nin kaderini elinde bulundurması gereken meclis ordunun dalkavukluğundan öteye bir danışma kurulu bile değildir. Dalkavuklar topluluğu, ordu üzerine değerlendirme yapmak, orduyu yerli yerine oturtmayı akıllarında bile geçirmezler. Ordunun meclis üzerindeki hakimiyeti nedir? Bu soruyu kendisine sorma gereği bile duymazlar. Kısaca, uşak bir meclistir. Bakanlar kurulu bu konuda ordunun ekonomik işlerinden sorumludur. Özellikle Özal hükümeti, bu konuda ordunun ekonomik işlerini en iyi yürütmek, onların önüne koydukları ekonomik programı mükemmel bir biçimde yürütmekten başka bir şey yerine getirmesi söz konusu değildir. Kendisine ordunun çerçevelediği bir sahada rol icra eder. Dolayısıyla da onların yoğun denetimi altındadır. Bunun böyle olduğunu herkes görüyor.
Cumhurbaşkanlığı, bir ordu genelkurmaylığının en son terfi yapıldığı yerdir. Türkiye’de bu çok iyi biliniyor. Başta tepede bu böyle olursa, vilayetler çapında, hatta mıntıkalara kadar asker ağırlığı kesindir. Böylesine bir ortamda “egemen politikacılar ortaya çıksın, politika yürüten bağımsız partiler ortaya çıksın, politika üretsinler, bu konuda orduyu onlar yönlendirsin” gibi sözcükler, Türkiye için şimdilik yabancı sözcüklerdir. Ama bazı değişikliklerde vardır. Bu gerçekler bugün tartışılıyor. Nasıl ki ulusal sorun tartışılıyorsa, Türkiye’de politikanın etkinliği ve rolü de tartışılıyor.
Bizim ulusal kurtuluşu bir siyaset olarak, Türkiye gündemine getirmemiz, en çok etkisini politika ihtiyacını, politika yapma gereğini ortaya çıkarmasında göstermiştir. Ulusal kurtuluş problemi orduya bağlanan geleneksel, duygusal bağlılığı sarsmıştır. Bu sarsıntı politikacılara nefes aldırmıştır. Çünkü, özellikle baş dayanak ABD emperyalizmi bile, direniş karşısında bir şeyler yapma gereğini duyunca, elbetteki taş kafalı generaller üzerine etkide bulunacaktır. Bu onların durumunu sarsacak ve bazı ağzından laf kaçıranlar, politikadan bahsetmeye çalışacaklardır. Orduya eskisi gibi kulköle olmanın hiç de hayırlı bir iş olmadığını göreceklerdir. Demirel vb. kişiler aslında böyle değerlendirilebilinir.
Bunlar kendi milyonluk partilerini iktidar olmuş, bir kaç hükümet kurmuş partilerini bir emirle kapatacak, sahip çıkamayacak kadar zayııf insanlar ve kişiliklerdir. Fakat bir takım çatlaklıklar olduğunda, icazet çıktığında tekrar eski figüranlık türünden politikacılıklarını yapacak kadar hafifliklerini sergileyebilmektedirler. Ciddi politikacı olmadıklarını belirtmek istiyoruz. Ecevit’in kendisi orduya çok çatar, “ordu etksindeki aydın geleneği” der, ama kendisi ordu putuna bağlı bu aydın geleneğinin en alçak örneğidir. Ordu kültürüne, devlet kültürüne kölece bağlı, demokrasi konusunda Demirel’den daha uzak olan kendisidir. Diğer yandan yeni yetme Özal’ın dalkavukçuluğu da biliniyor. Tam bir ordu dalkavuğudur. Ordunun çizdiği sınırlar içinde, halkın üzerinde amansız sömürüyü yürütmekle sorumlu bir işbirlikçidir. Sivil klik bile denilemez. Onların bir ekonomik uzmanı gibi hareket eder. Yeni yetme İnönü vb. belki de biraz sivillerin rolünü artırmak isteyebilir. Fakat bu da ordu geleneğine sıkı sıkıya bağlı olan, ama kendi denetimlerini de biraz geliştirmek isteyen, yani kısmi bir sivilleşmeyi yürütmek durumunda olan SHP denilen hareket, biraz da kendini böyle ortaya çıkarmak istiyor. Burjuva demokrasisi anlamında bir gelişmeyi yaratmak hayalciliktir. Fakat biraz sivilleri, biraz toplumu hareketlendirerek, ağır bunalımı biraz yumuşatacaktır.
Biz esas olarak bugün SHP’de gerçekleştirilmek istenileni, 12 Eylül rejiminin toplumu içine itmiş olduğu derin bunalım ve bu bunalımın karşıdevrim tarafından istikrarla çözüm bulamayışının, özellikle bunda temel rol oynayan direnişimizin giderek gelişmesi ortamında, bunalımın sert bir devrimle sonuçlanmaması için, sermayenin geniş uluslararası emperyalist çevrelerinde desteğiyle iktidara hazırlanan, bundan sonraki devrimci gelişmeleri, bu sefer sosyal demokrat lehçeyle kapatmak isteyen, böylece burjuva iktidarın ömrünü uzatmak gibi bir rolün sahibi olarak değerlendiriyoruz. 12 Eylül rejimini eleştirmeye bile yanaşmaması, onun toplum üzerindeki büyük yıkıntılarını, suçlarını ortaya koymaya yanaşmaması, günü gelince “yaparız” derken bile son derece yüreksiz ve inançsız bir konumu sergilemeleri, onların günümüzde gelişen ve ilerde daha da çok gelişecek olan halk muhlafetini, daha şimdiden düzenin sınırları içine çekmek, düzene karşı çıkarmamak, bunu yumuşatmak, giderek tasfiye sürecine sokmak için hazırlanmış bir araç olarak görmek durumundayız.
Bu araçlara ihtiyaçları vardır. Çünkü bu araç olmazsa daha sert gerginlikler ortaya çıkabilir. Bu sertliklere düzen dayanamayabilir. Onun için bir emniyet sübabıdır. Diğerleri SHP’nin bu rolünü oynamasına yardımcı olacaktır. Dolayısıyla SHP, sorunları biraz yumuşatacaktır, bazı reformlar yapılabilecektir. 12 Eylülcüleri sert darbeler altından ezilmekten kurtaracak, onlarla uzlaşarak, onları biraz geri plana itecek, yavaş yavaş kendilerini öne çıkaracaklar. Ama bütün bunları da uzlaşarak yapacaklardır. Birbirlerini örselemeden, birbirlerini ezdirmeden, birbirlerine saygısızlık etmeden yapacaklar. Burası önemlidir. Ve burada bir anlaşma, uzlaşma havası söz konusudur.
12 Eylül’e burjuva anlamda bir radikal karşı çıkış bile söz konusu değildir. Demirel’in 12 Eylüle karşı rahatsızlığını, SHP duymuyor. Demirel’in daha sağ anlamda da olsa orduya karşı olan rahatsızlığını, burjuva anlamda demokrasiye olan ilgisini, SHP göstermiyor. Çünkü o daha fazla devletçidir. Anlayışıyla daha fazla orducudur ve uzlaşarak halletmek istiyor. Aralarında bu anlamda sınırlı bir çelişki de olsa, yine de ordunun ağır etkisi altında oldukları, birisinin daha uzlaşarak, daha birbirlerine saygılarını yitirmeden halletmelerine karşılık, Demirel misyonu biraz daha hırçın, biraz daha kırgın olarak bu işleri yapmak istiyorlar. Ama ikisi de ordunun önünde günü geldiğinde secdeye kapanmaktan çekinmiyorlar. Uzlaşmanın temsilcileridirler, “bizim de payımız vardır, biz de politika yapalım, ama orduda rolünü oynasın, fakat bizim istediğimizde essin, biz istediğimiz zaman kılıcını sallasın, bizi hiçe saymasın” diyorlar. Hatta şikayetleri bundan daha fazla ileri gitmiyor. Yoksa sağlam bir burjuva demokrasisi programını, orduya rağmen savunmak, şimdilik bunların denediği bir yol değildir.
Geniş aydın geçinen kesimlerin de ordu eleştirisi çok sığdır. Diğerlerinden daha sağlam ve köklü yapılmış değildir. Bu temelde emekçi sınıflara yol gösterebilecek siyasal oluşumlar cılızdır. Sağlam önderlikler gelişemiyor. Bu konuda özellikle cesur ve sonuna kadar doğru örgütlenme anlayışlarıyla, mücadeleleriyle ortaya çıkan gelişmeler zayıf ve bu konuda iş yapmak isteyenlerin durumu son derece çarpıktır. Kendilerini bile ayakta tutamayacak kadar zor durumdadırlar. Bunlardan halk muhalefeti devrimci halk önderliği beklemek, şimdilik biraz zor gözüküyor. Ama bir ihtiyaç da ortaya çıkmıştır. Emekçi sınıflar kurtulmak istiyorlarsa, bu ihtiyacı gidermek zorundadırlar. Bunun için de önderlere gereksinim çok fazla artmış durumdadır.
Önderlik, eskisi gibi kendi kendini aldatan küçükburjuva hayalcileri değil, daha sağlam ve ayağını yere basan halk önderleri biçiminde ortaya çıkacaklardır. Çıkarlarsa bu biçimde ortaya çıkacaklardır. Biraz sancılı ve zor olacaktır, ama gelişirse bu biçimde biraz daha sağlam gelişecektir. Türkiye’nin temel sorunlarına, emekçi sınıfların çıkarı temelinde bakmak zorunda kalacaklardır. Bu onları daha gerçekçi olmaya itecek ve bu da daha sağlam bir politik mücadeleye yol açabilecektir. Bunun da objektif koşulları her zamankinden daha fazla uygun hale getirilmiştir. Mevcut tartışmalı ortam, çıkış yollarını bu biçimde ortaya çıkarabilecektir.
Direnişimizin ve Parti seçeneğimizin bu konuda epey yol gösterdiği biliniyor. Parti düşüncesi, Parti örgütleniş tarzı, mücadele tarzı çok yoğun bir biçimde tartışılıyor ve ilgi buluyor. Belki de Kürdistan’dan çok Türkiye ortamını da çok yakından etkiliyor. Bunun da nedeni; oradaki emekçi sınıflar, kendi sınıf mücadele seçeneklerini, kendi öz deneyimlerinden bulma yerine PKK’de buluyorlar, onda görmeye çalışıyorlar. Dolayısıyla ilgiyle izliyorlar. Bu modelden esinlenerek kendileri için de uygun bir araç geliştirmek istiyorlar. Dolayısıyla PKK aracı, yöntem için iyi bir örnek teşkil ediyor. Bunun için Parti etrafında tartışma giderek yoğunlaşıyor. Onların Kürdistan emekçi halkına gösteremediği seçeneği, PKK, Türkiye’nin emekçi halkına gösteriyor. Bu anlamlı bir gelişmedir.
Günümüzde ezen ulus devrimciliğinin yerine getirmesi gereken görevi, ezilen ulus devrimciliğinin ezen ulus devrimcilerine tersinden göstermesi söz konusudur. Bunun çok çeşitli nedenleri vardır. Parti tarihimiz incelenirse, bizim nasıl ezilen ulus devrimcileri olarak ezen ulus devrimcilerine örnek olduğumuzu, onlara yol gösterdiğimizi, onları direnişle ayağa kaldırma durumunda olduğumuzu izah ediyor. Bu konuda sanırım daha kapsamlı bir incelemeyi Türkiyeli emekçiler adına ortaya çıkmak isteyen sözcüler, devrimciler gerçekleştireceklerdir. Onlar, PKK deneyimini sıkı sıkıya inceleyerek, kendi seçeneklerini, kendi halk önderliklerinin nasıl gelişmesi gerektiğini ortaya çıkaracaklardır. Bu da bizim Türkiye emekçilerine en büyük desteğimiz olacaktır. Bunun da önemli bir tartışma evresine gidiği, elbetteki işlerin tartışmayla sınırlı kalmayacağı, tartışmaların sonucunda sağlıklı bazı gelişmelerin ortaya çıkabileceğini, bunun gününün, saatinin geldiğini söylemek yerinde bir tespittir.
12 Eylül rejimin karşısında güçlü direniş odağı PKK’yi bulmasıyla, gerek Türk egemenlik sisteminin tarihi yapısında, tarihi gelişiminde önemli bir dönüm noktası, bir değişiklik aşamasını yaşarken, emekçi halkların kurtuluş mücadelelerinde de 12 Eylül rejimine karşı ayakta kalmayı ve gelişmeyi başarabilen PKK seçeneğinde, PKK kurtuluş yönteminde çok ciddi bir dönüm noktasını yaşıyor. Kendi kurtuluşları için seçeneğin oluştuğunu görüyor. Bir dönemecin içinde olduğunu farkediyor. İlk defa artık bu dönemde, hakların kendi kurtuluşları yolunda, kendi ideolojikpolitik düzeyde nasıl mücadele edeceklerini, kendi savaşımlarını her düzeyde askeri düzeyde dahil nasıl ilerletebileceklerini görmüş oluyorlar. Bu yalnız Kürdistan halkına değil, Türkiye halkına da büyük cesaret veriyor. Kendi kaderine daha sağlam yaklaşmada, kendi kaderini çözmede, bin yıldan beri ilk defa derlitoplu bir yönelme gereğini duyuyor. Kendini anlamaya ve tanımlamaya çalışıyor. Kurtuluş da, önderlik de kendini anlama ve tanımaktan başlar. Eğer bu çabalar daha sağlıklı geliştirilirse, bu da az bir tarihi kazanım değildir. En büyüğü, 12 Eylül faşist rejimine karşı olmasıdır.
12 Eylül faşist rejiminin tüm ulusal kurtuluş umutlarını yerle bir etmekten de öteye, ulusal sorun diye bir şeyin mevcut olmadığını, Cumhuriyet tarihi boyunca nasıl ki sorunun kabul edilmezliği kesinse, “sorun vardır” diye ortaya çıkan gelişmeyi, daha filiz halindeyken bırakıp bir daha ağzına almayacak bir biçimde yok etmek için ortaya çıktığını biliyoruz. Bu rejimin özellikle PKK’de filizlenmek isteyen kurtuluş umutlarını daha fazla dallanıp budaklanmadan nasıl bir hışımla yakıp yıktığını, tahrip etmek isteğini zindan pratiğiyle iyi biliyoruz. Hemen bu noktada bir noktaya değinmek gerekiyor; bugün bu rejimin yardakçıları ve dış dayanakları Kürt sorununu kabulünden bahsediyorlar. Bunlar 1980’lerde neredeydiler? Kendi işbirlikçi ve teslimiyetçi güçlerinin “Türk tavrı olumludur, insalcıldır, demokratiktir” derken, bunlar daha 1980’lerin görülmemiş yok etme politikalarını görmeklikten geliyorlardı. Bir halkın değil ismini, değil varlığını kabul etmek ve demokratik haklarının vermek, onları yok etmelerine sesiz kalınıyordu. Bu katliamlarda bunlar nerelerdeydiler? Bu döneme kadar Kürdistan ismini bile ağzına almaktan vebadan kaçar gibi kaçıyorlar, ağzına alanı da doğduğuna bin pişman ediyorlardı.
Daha tarih dün kadar yenidir. ABD o zaman da vardı. ABD’nin 1984’lere kadar ki dışişleri raporunda, bu konuda Kürt sorununa ilişkin cümleler yoktur. Bunların Kürt sorununa ilgisi, bizim direnişimizin dört yıllık amansız bir savaşım süresi içinde kırılamayacağının anlaşılmasından sonra gelişti. Bugün Özal kendisi söylüyor; “biz bu göçmenleri alırken, herhangi bir harekete karşı almadık” diyor. Ama dilinin altındaki baklayı gösteriyor aslında. Sanıyorum halk bunu öyle değerlendiriyor; “bu PKK’ye karşı bir harekettir” diyor. Özal ise, “böyle değerlendirmeyin, bizim için de tehlikeli olur, göçmenler için de tehlikeli olur” diyor, ama işin gerçeği böyledir. Kürt halkına karşı imana gelmeleri sahtekarcadır. Kendilerini tehlike içinde gördükleri için bu itirafı yapıyorlar. Kısaca, burjuva anlamda bile bir dürüstlükten yoksundurlar.
Bugün, halkın ulusal kimliğinin kabulünden tutalım toplumsal özgürlükler yolunda ciddi sayılabilecek mücadeleler içine girmeye kadar, PKK önderliği bu yıllarda tarihi bir deneyim kazanmıştır. Bu yılları 12 Eylül faşist baskı, yıldırma ve yoketme girişimlerini boşa çıkarıyor ve bu tarihinde en güçlü direnme ortamı içine itebiliyor. Bu da Kürdistan halkının tarihinde ilk defa tanık olduğumuz bir gelişmedir.
Biz bu gelişmeyi nasıl sağladığımızı, adım adım bugüne kadar nasıl getirdiğimizi çokça belirtmiş durumdayız. 12 Eylül gibi bir faşizme karşı, bu yıllar nasıl kazanıldı? Biz sık sık şunu söyleriz; PKK’nin her anı üzerinde durmak gerekir. Sorumlu devrimcilik bu konuda nelerin, nasıl kazanıldığını bilmek zorundadır. Bu sadece PKK’yi doğru tanımak değildir, PKK tarihini bilmek değildir. Bu bir halkın ulusal kimliğini nasıl kazandığını bilmektir? Bu bizzat nasıl ulusallaştığını bilmek demektir. Bu nasıl özgürlükler ortamını sağladığını bilmek demektir, hatta insanlaştığını bilmektir. Dolayısıyla bu yılları değerlendirmesini her düzeyde geliştirmek zorundayız. Biz bu yıllara boşuna bu kadar yüklenmedik.
Biz, bu yılları insanlık adına kurtarmak için, nefes nefese bir maraton koşusuyla karşılık verdik. Şimdi sizlerin alabildiğine çarpıklığınız, ağır aksak durumunuz, yürüyüş tarzınız, 12 Eylül faşizmine PKK’nin dayattığı mücadele tarzını bir türlü ruhunuza indirememenizden kaynaklanıyor. Bu konuda nefsinizi yenilemelisiniz. Bu konuda bu rejime karşı yılları kazandığımızı bilmelisiniz. Düşünmelisiniz, ondan da öteye, onun bir parçası ve mücadelenin bir ögesi haline kendinizi getirmelisiniz. Siz bunu başaramadıkça PKK sizden hemen çıkarılması gereken bir elbise olarak çıkar. Bunu yapamazsanız, kişiliğiniz 12 Eylül faşizminden yaralanmış olarak çıkar. Bunu yapamazsanız, insanlığınızı kazanmadığınız, yurtseverleşemediğiniz, özgürlükler olayına yaklaşamadığınız olgusu ortaya çıkar.
Dolayısıyla bu yıllardaki büyük direnci, büyük direnişin şehitlerini, bu direnişin bütün yönleriyle nasıl kazanılması gerektiğine dair yürütülen politik faaliyeti, örgüt faaliyetini adım adım nelere karşı, nasıl kazanıldığını mutlaka bilmek ve özümsemek zorundasınız.
Bu rejiimle karşılaştığım ilk günümü hatırlıyorum. Şafakla birlikte bu rejimin ayak sesleri, köroğlu marşıyla biz uykudan uyandırdı. 12 Eylül sabahı, askerifaşist rejim gelmişti. Bugüne kadar sekiz yılı, nefes nefese “bu rejimi nasıl aşarız, nasıl onun yokedici etkilerini halkımıza, hareketimize öldürücü darbelere maruz bırakmadan aşarız” hesabı içinde kaldık. Bu hesap yalnız bireysel bir hesap değildi, toplum için bir ölümkalım hesabıydı, halk için bir ölümkalım meselesiydi. Bu hesabı yapamayan örgütler de oldu. O örgütlerden eser kalmadı. Kendini en güçlü sanan örgütler bile bir kaç ay dayanamadılar. Hiç de şerefli bir sonuç bırakmadan tahrip olup gittiler. Milyonluk tabanı olan örgütler vardı, hatta düzen partileri vardı. Sonunda meydanı çok kötü terkettiler. Sonları hiç de iyi olmadı.
Biz, bunlardan farklı olarak bu rejime olanca düşünce gücümüzle, eylem gücümüzle direnişi dayattık. Bunun tarihi önemini anlamak ve kavramak gerekir. Çünkü bununla kurtarılan çok önemli değerler vardır. Bu değerler rejimin vahşi ve barbarca saldırılarına karşı olduğu kadar, onun dolaylı işbirlikçilerine karşı, tasfiyecilere, provakatörlere, her boydan ajanlara, uşaklara karşı ve daha da kötüsü bu rejimin beslemek istediği düşkünlüklere karşı kazanılmıştır. İnsanlardaki hayvani yanları açığa çıkararak, güdülerini konuşturarak, onların en geri yanlarını kendine basamak yaparak, bu konuda görülmemiş tüm basınyayın imkanlarını ortaya çıkararak, baştan çıkararak, toplumsal birliğe karşı biz bu direnişi sürdürdük. Bunlar da az kazanımlar değildir.
Bu konularda inceleme yapmasını bilmiyorsunuz. Devrim ve karşıdevrim yıllarının dişe diş, amansız bir mücadele ile kazanıldığını bilmiyorsunuz. Bilgileriniz sıradan bilgilerdir. Ruhunuza fazla yediremediğiniz için, bugün devrimci pratik görevler karşısında fazla başarılı olamıyorsunuz. Bu konuda kendinizi aldattınız. Bu konuda Partimiz’in direnişini iliklerinize kadar yaşamadınız köşede oturuldu, görevlerin üzerinden teğet geçildi. Günler yenilgi beklentisi içinde geçiştirildi. Böyle geçiştirenler kendini istediği gibi saklasınlar, örtbas etsinler, tarihin yargısından kurtulamazlar. Bu ancak hafif, çok yüzeysel, kendini aldatan küçükburjuvaların tutumu olabilir. PKK yiğitliği bu değildir. PKK’nin yiğitçe çıkışı karşısında bu tutumlar açığa çıkmak zorundadır ve çıkıyor da. Dürüst olmayan, kararlı bir tarzda Partili olmayanların hepsi ortaya çıkmıştır. Geri kalanlar, geri toplumsal zemine dayananlar, nefsini ve beynini devrimcileştiremeyenler, günü kurtarmak derdinde olanlar, güdülerini devrimci bilince, güçlü devrimci akıma tabi tutamayanlar açığa çıkmıştır. Bu yıllarda biz bunu kapsamlı olarak değerlendirdiğimiz için sadece anımsatma yapıyoruz. Parti içinde hortlatılan her şey, 12 Eylül faşizminin karşısındaki yenilginin ifadesidir. Parti’nin taktiğine uymama, Parti’nin temel doğrultusuna, çizgisine tam katılmama, onu rahatlıkla kendi endişeleri için saptırma faaliyeti, 12 Eylül faşizmi karşısında boyun eğmenin sonuçlarından başka bir şey değildir.
12 Eylül faşist rejimine karşı tüm Türkiye Solu’nda görülen sivil güçlerin, siyasal güçlerinde görülen düşkünlük, bugün hepsinin beş paralık durumda olduğunu ortaya çıkarmıştır. Sağlam demokratik sesin olmaması, emekçi sınıfların bu konudaki öncülüklerini konuşturmaması, bugünkü yoksullukların, düşkünlüklerin temel nedenidir. Bugün toplumun ağır bunalımı, nefes alamaz durumu, sağlam direnişçilerini ortaya çıkaramamadan ötürüdür. Bir karşıdevrim bastırdığında ona karşı direniş olmayınca, onun altında kalanlar ezilir. Bu tarihin bir kanunudur. Böyle olunca da yaşamaya fazla hakları yoktur. Bunu kurnazca “bize fazla değmeden geçsin” diyerek 12 Eylül’ün amansız baskı yıllarının geçiştirilmesi için bir köşede sinenler, “günü gelince tekrar ortaya çıkarız” diyenlerin gaflet içinde oldukları, tarihe karşı hiç de anılacak bir biçimde çıkamayacakları bir gerçektir. Ve bunlar da bugün daha iyi gözüküyor.
Kısaca, bütün toplumsal düzeylerde olduğu kadar, emekçi sınıf ve tabakaların da parlak bir imtihan verememelerinden dolayı içine düştükleri yoksulluğu, düşkünlüğü buna bağlamamaları, çok utanmaz bir tasfiyeciliği yaşamaları ve direnişi götürememeleri bugün hiçbir ülke somutunda görülemeyecek kadar örgütsüz, direnmesiz dolayısıyla çürümeyi yaşamaları olasılığını yanında getirmektedir. Aynı şey Partimiz için de geçerlidir. Parti’nin çizgisine, taktiğine her yönüyle katılmayanların nasıl bozgunculuktan ileri gidemedikleri, Parti’nin başına bela olmaktan öteye gidemedikleri ortaya çıktığı gibi, kararlı direnişçilerin neleri yaratabileceğini ortaya koymuştur.
Bir avuç kararlı direnişçinin, dağlarda, zindanlarda, yurt dışında hayatlarını ortaya koyarak, tarihin güçlü zorba rejimlerinden birisine karşı nasıl büyük zaferler kazanabileceğini ortaya koymuştur. Sayıları hiçbir zaman bir kaç yüzü geçmeyen devrimciler topluluğu, gerçekten de tarihsel dayanakları güçlü olan günümüzde de en gerici mihraklar tarafından desteklenen, yine sosyalizm adına oportünizmin yağ çekmekten başka bir şey yapmadığı bu rejimin karşısında direnen hareketimizin nelere kadir olduğu, insanın direnişçi yeteneğinin isterse neleri sağlayabileceğini ortaya koymuştur. Bunlar da ortadadır. Bugün PKK’nin cesareti, fedakârlık düzeyi saygınlık bulmuştur. Dost ve düşman tarafından saygınlık bulmuştur. Bu da şunu gösteriyor ki, eğer bir avuç kararlı insan doğru yolda doğru yürürse, ikircikliğe düşmeden kararlı yürürse zaferi de yaratabilirler. Bugün bu durumları yaratan Partimiz, eğer kararlı yürüyüşünü daha da ileri götürürse, zaferin kaçınılmaz olduğu kesindir.
En zor yıllarda kendini geliştirebilen bir Parti, bugün milyonlarca kitle temelinde, güçlü bir deneyimle silahlanmış olarak geleceği kazanmaması elbette düşünülemez. Yeter ki her dönemin ortaya çıkardığı görevleri yerinde tespit etsin, bu görevlere uygun bir örgütlülükle karşılık versin. Ve yine bu yılları da yaman kazanma yılları olarak görsün. Bütün bunlar yapıldığında halkların tarihinde en parlak başarılardan birisinin de bizim halk tarihimiz içinde yaşanması hayal olmaktan çıkıp gerçek haline gelecektir, hem de beklenmediği, çoğunun rüyasından bile geçirmediği bir dönemde bu gerçekleşebilir. Demek ki en önemli sonuç binlerce yıllık baskı, sömürü geleneğine dayanan en zorba rejimlerden birine karşı, en büyük özveriyle, cesaretle direnme geleneğinin kavramış ve bu konuda kendini ortaya atmış olanlar en inanılmaz olanı gerçekleştirebilirler. Bu bir toplumsal devrim olabilir, bu bir ulusal kurtuluş olabilir. Kendi deneyimimizden de ortaya çıkan budur.
12 Eylül rejimi, özel olarak bize karşı, özel savaş anlamına gelen tarihi dayanakları itibarıyla, bu tarihin en son ürünü olan vahşi ve barbar düşmanın bu rejimine karşı ayakta durmakla, bütün barbar tarihe karşı ayakta durmayı kanıtlamakla, halkımızın direniş tarihinde silinmez harflerle zaferi yazacağımız gerçekliğini kanıtladık. Halkların seçkin direnişçiliği bu konuda inanılmaz olanı böyle gerçekleştiriyor. Israrla bu deneyim üzerinde durulursa, gerekli sonuçlar çıkarılırsa, halkların en inanılmaz barbar rejimlerin yarattığı karanlık ortamları delip kendi kurtuluşlarını kendi elleriyle sağlayabilecekleri ortaya çıkıyor. Hele bu halk Kürdistan halkı ise, kendi kurtuluşlarına dahi umut geliştirmekten uzak oldukları, rüyasını bile görmekten çekindikleri gerçekliklerini; bugün, sadece tartışmakla yetinmedikleri “başarabiliriz, kurtulabiliriz” umudunu en güçlü bir biçimde duydukları bilinmektedir. Bununla da yetinmeyip giderek dalga dalga, kendi savaşımlarıyla mücadele alanlarına çekildikleri bir durum ortaya çıkmaktadır. Eğer bu durum böyle devam ederse, bu umutların gerçekleşebileceği, bunun da bir halkın kurtuluşunun kendisi olabileceği ortaya çıkıyor. Üzerinde en çok durulması gereken, kendisiyle büyünülmesi gereken, büyümeyi bu temelde sağlaması gereken deneyimimiz budur.
Bu deneyimimizi en başta şüphesiz Partililerimiz inceleyeceklerdir. Ondan da öteye, bununla sağlam bir Partili olacaklardır. Böyle bir Partileşmenin, bir halkın özgürleşmesinden ibaret olduğunu göreceklerdir. Bu da, bu çağda yapılması gereken biricik tek doğru çalışmadır.
Bu çalışmayı öne aldık, bunu hepinizin önüne koyduk. Bu çalışma dışında, bu yaşam dışında diğerlerini son derece ikincil planda bıraktık. Israrla devrimci çalışmanın, devrimci faaliyetin halkımızın gündemine koyduk. Bu temelde düşüncelerimizi, uğraşlarımızı yoğunlaştırmayı esas aldık. Görüyorsunuz ki, bütün bunlar bugün boşa gitmiyor. Bütün bir halk kendi kaderi üzerinde tartışıyor. Bütün çabalar bu temelde zorlaşıyor, yüceleşiyor. Bu temelde halkımızı bütün yiğit insanları bir araya geliyor. Mücadele meydanlarına çıkmak için sabırsızlanıyor. Görüyoruz ki, en doğru yola girilmiş oluyor. Bu yolda en sağlam çabalarla, halklar kaderlerini belirleyici bir tarzda halletme yoluna koyuluyorlar. Biz bu faaliyeti böyle esas aldık. Bugüne kadar en ufacık bir ikircikliğe düşmeden, büyük bir kararlılıkla, azimle ve çabayla buraya getirmeye çalıştık. Sizlerin de esas almanız gereken azim ve çaba budur.
Bugün her zamankinden daha fazla ortaya çıkmıştır ki, bu amansız zorba rejim, 12 Eylül faşistsömürgeci rejimi, başta Kürdistan halkı olmak üzere, Türkiye halkı üzerinde de dünyada gerici güçlerin ondan bekledikleri, onunla sağlamak istedikleri tehlikeli yönelimlerinden önemli oranda kurtulunmuştur. Artık yavaş yavaş tarihin çöp sepetine atılıyor. Eğer bundan sonraki mücadelemiz daha kararlı olarak sürdürülürse, tamamen bir daha dirilmemecesine, bu benzeri rejimler tarihinde gömülürler. Böylece tarihi bir katkı yapmış olacağız. Bunu yapmakla, kendimizi bugün görevini başarmış devrimcilerin mutluluğu içinde görebiliyoruz.
Görevlerimizin tam başarılamaması, bizi umutsuz kılmıyor. Bilakis daha fazla başarmak için çok daha güçlü, umutları çok daha güçlü olanakları gerçekleştirmeye çalışıyoruz. İşte her zamankinden daha fazla ortaya çıkan gerçekliğimiz budur. Gerçek önderlik, halkların gerçek önderi olmak, böylesine zorlu yılları karşılamak, böyle kazanmaktır.
Başta Partimiz’in militanları olmak üzere, tüm halkımız yaşadığı bu büyük tarihi deneyimi ki, bu deneyimin kazanılmasında en büyük pay sahibi olan zindan direnişçilerine, devrim şehitlerine bağlılıklarını bir yaşam sorunu olarak, bir ahlaki gelenek olarak yerli yerine oturtacaktır. Bunların toplu ifadesi demek olan halk kurtuluş siyasetini, daha da somut biçimde yaşayacaklarlar. Yeni yaşamın ancak en temelde yaratılacağını, bizzat kendi deneyimleriyle göreceklerdir. Bunu bugün kısmen görüyorlarsa da, yarın bunu tam zaferle kapatacaklardır. İşte bir halka da bundan daha yaraşır olanı düşünülemez, bir halk adına bundan daha yüce bir çaba sergilenemez.
Parti Önderliği