Özel savaşa ilişkin kısa bazı notlar düşebiliriz. Türk özel savaşında çeşitli özellikler söz konusudur. Zaman zaman bunlara bazı açıklamalar getiriyoruz. Geçen konuşmada da özel savaşın psikolojik boyutlarını açmaya çalıştık.
Özel savaşın yaratmak istediği toplum psikolojisini, kişiye bağlı olarak da ele almak gerekiyor. Özellikle toplumsal psikolojiyi kullanarak, onunla oynayarak teslim olmuş bir kişilik ortaya çıkarmıştır. Bunu sadece zindanda terörle değil, toplum üzerinde çeşitli metotları kullanarak, toplumu “ehlileştirme” dediğimiz, pasifize etme gerçekleştirilmiştir. Her türlü baskı ve sömürüye boyun eğecek hale getirme, bunun için gerekirse toplum ahlakıyla oynama, toplumu korkutma, dini kullanarak bunu yapma, sporu, eğlenceyi, hatta kadını ve aileyi, en önemlisi de ekonomiyi bir bütün olarak kullanarak tarihte ve özellikle de günümüzde bunu çok yoğunlaştırıp tam tahripkar toplumu yarattığını biliyoruz. Her türlü hak ve özgürlük talebinin saptırılıp bastırıldığı, sonuçta 12 Eylül’de buna bir kez daha zafer kazandırılmak istendiği görülüyor. Bugün buna karşı direnmeyi üstlenen PKK’ye karşı, daha geliştirilmiş bir özel savaş gündemleştiriliyor. Günümüze doğru daha da açık bir biçimde “Olağanüstü Hal Bölgesi” adı altında Kürdistan’da yaygınlaştırılıyor.
Türk sisteminde ordu ve onun da kendine has bir savaşının söz konusu olduğunu daha önce de söyledik. Daha ilk Anadolu’ya girişteki akıncı boyları; talan ve sindirme, keşif ve önü açma kolları biçiminde bir özel savaş işlevi görür. Hatta emrine girdikleri devletlerde yaşadıkları deneyimler vardır. Abbasiler’de Kölemenler* de çeşitli komplolara bulaşarak, nasıl sultanlar götürülür, beylikler oluşturulur bunun örneklerini sergilemişlerdir. Bunu tamamen kendine has egemen sınıf üslubuyla yürütmüşlerdir. Gerek akıncı, talan çeteleri, gerek köle ordulaşması, uzun bir süre Türk egemen sınıfında siyasal iktidar olma olayı, askeri temelde salt savaşarak bütün işini-gücünü bu savaşa vererek kendini sağlamlaştırabilmiştir. Kaldı ki, daha çok istila, işgal gücü oldukları için ve egemen durumda kalmak için her zaman halklara hükmetme zorundadırlar. Aynı zamanda sınıflaşıyorlar, kendi yoksullarını eğitiyorlar. Bunun için sürekli zoru bir yerde tutmak durumuyla karşı karşıyadırlar. Yöneten, devletleşen, ordulaşan egemen sınıf hep böyle olmak zorundadır.
Günümüzde de Türkler ‘in savaşçılığını iyi bilmek gerekiyor.
Bugün biz basit bir gerilla kuruluşunda bile çok zorlanıyoruz ve bunca çabaya rağmen zorlu bir gerilla kuruluşuna yönelemiyoruz. Türkler’in savaş özelliği, Türk egemen sınıfında ne kadar gelişmişse, Türk halkında ve daha çok da Kürdistan ve diğer halklarda da savaşçılık yeteneği bu ölçüde köreltilmiştir. Bunu da bir özel savaş konusu olarak görmek gerekiyor. Hepinizin savaş yeteneği son derece zayıftır. Bunun nedeni nedir? Bunun tarihsel kökenleri vardır ve kendiliğinden gelişmiş değildir.
Savaş sorunlarını ele alırken, tarihi temellerini görmek çok önemlidir. Düşmanın ordu ve savaş tarzını bilmek, onun gelişim tarihçesini doğru bilmek çok önemlidir. Kendimizi tanımak için bu gereklidir. Eğer kendi köleliğimiz tamı tamamına böylesine bir işgal ve istilaya bağlıysa, düşmanın savaş tarihi eşittir; bizim boyun eğme ve köleleşme tarihimizdir. Bu sadece cephe savaşlarında gerçekleşen bir olay değildir. Türk sisteminin sömürücü niteliği, sadece düzenli ordu biçiminde kendini göstermez. Kendi sınıflaşmasına yönelirken bile, Orta Asya’dan kopan boylarının yukarı barbarlık aşamasında bulunması, sınıflaşmaya doğru yönelen boy beyi, boy reisi bunu gerçekleştirirken, ikili bir köleleştirmeyle, serfleştirmeyle karşı karşıya bulunmaları durumu söz konusuydu. Kendi yoksullarını bile, kendileriyle kandaş ilişkiler içinde olmalarına rağmen, sınıflaştırırken dibe iterler ve bu da zor gerektirir. Daha çok da diğer halklar işgal edildiği için, halkların sosyal, siyasal, askeri organizasyonlarını parçalamak için her türlü terörü uygulamak zorundadırlar. Bu bir yaşam kanunudur, bir kurt kanunudur. “Kurt Kanunu” adında bir roman da vardı. Sanırım Salah Samim yazmıştı. İşte, “kurt kanununu” uygulanmak zorundadır. Nitekim Orta Asya içlerinden İran, Irak ve Anadolu’ya doğru istila seferleri geliştiğinde, bu amansız terör eylemliliği sürekli konuşturulur ve çok çeşitli deneyimler yaşatılır. Türk egemenliği gerek İran feodal imparatorluğunun çeşitli kademelerinde, gerekse de Arap sahasındaki Abbasiler’de, onların yönetim ve askeri ocaklarında köleleştirilirler. Kölelikleri boyunca hayli ders edinirler. Bu devletlerin yıkılmaya yüz tuttuğunu anladıklarında da, başkaldırılarla kendilerini hakim klik haline getirmeyi de bilirler. Türk askeri ve aslında sivil diyemeyeceğimiz kadı ve ulema gibi kesimlerle birlikte, bir yönetim gücü haline gelirken, tamamen kopyacı tarzda davranır ve bu anlamda da çok gerici, fakat aynı zamanda da şiddeti, siyasi ve daha çok da askeri zoru öngörürler.
Demek ki temel bir özellik olarak, karşımıza boyun eğdirme, sindirme ve bunda sınır tanımama çıkıyor. Çünkü sınıfsal oluşum tarzı, egemenliğine girdikleri devletlerin yıkılış dönemlerinde onlardan adeta çağ dışı bir düzeni devri almaları, bunu zor temelinde ayakta tutma mecburiyetindedir. Türk egemen sınıfının siyasi ve askeri zor temelinde ileri bir ekonomik ve sosyal yapıya dayanmadan, kültürel bir gelişmeye yol açmadan, tam tersine sürekli tahrip etme, bastırma, dağıtma ve böylece kendini egemen kılma çabası, çok egemen bir özellik olarak vücut buluyor.
Bunu günümüzü anlamak için iyi bilmek gerekiyor. Halen bugün bile hepinizin aşırı sindirilmişliği, kendi gerçeğine sahip çıkmayışı, özellikle siyasal ve askeri savaşım sanatındaki kötürüm konumu aşamayışı, biraz da bununla bağlantılıdır. Türk halkında bunu daha bariz bir şekilde görmek mümkündür. Türk halkı, dünyanın belki de en tepkisiz ve kendi egemen sınıflarının adeta izdüşümü olan bir halktır. Dünyanın herhangi bir köşesinde böylesine kendini kendi egemen sınıflarının gölgesinde, izinde, kimliğinde tutan başka bir halk mevcut değildir. Bunu Türk halkını suçlamak için belirtmiyoruz. Tarih boyunca uygulanan baskı, dayatılan terör veya özel yönetim, sürekli geri ve zoraki bir rejimi sürdürmeyi şart kılıyor. Aşırı baskı, aşırı sindirilme, aşırı korku da, halkı kişiliksizliğe, boyun eğmeye, yaltaklanmaya ve kendi egemenlerinin izdüşümü olmaya itiyor. Nitekim günümüzde Demirel bile, “eğer bu halk, bu kadar anti-demokratik ve bu kadar ekonomik sömürüye baş kal-dırmıyorsa, bunda bir gariplik var” diyor. Bu günümüzün normal bilimiyle de, çağdaş bilimsel ölçülerle de çelişmektedir. Kendisi bu egemen sınıfların yalınkat sözcüsü olduğu halde şaşırıyor.
Türkiye’de neden demokrasi yok?
Bugün demokrasisizlik neredeyse iliklere kadar işlemiştir. Bu sadece 12 Eylül’le izah edilemez. Çünkü 12 Eylül’ün de dayandırıldığı bir tarihi gerçeklik vardır. Türk halkının da, yalnızca 12 Eylül döneminde sindirilmesi söz konusu değildir. O sindirilmişliğin tarihi bir temeli vardır. Egemen sınıf en çapulcu, en gerici, en gözü dönmüş, hiçbir şey vermeyen, ama her şeyi alan karakterdedir ve bunu oyunlarla gerçekleştiriyor. Tarihte dinin gerici temellerde kullanılması, Osmanlılar’ın İslamı gerici bir temelde kullanmaları gibi; bugün de yüz elli yıldır, Batı emperyalizminin etkilerinin çok gerici temelde kullanılması söz konusudur. Hatta günümüzde NATO gerici bir pakt olarak tasfiye edilmeye çalışılırken, en çok Türk temsilcilerinin direndiğinden bahsediliyor. “NATO mutlaka yaşatılmalı” diyorlar, yani böylesine gerici bir paktı ayakta tutmanın savaşımını veriyorlar.
Bu da şunu gösteriyor ki, Türk egemen sınıfı, her çağda aşınmış, ancak kaba bir zorla ayakta kalabileceğinin savunuculuğunu yapıyor.
Olağanüstü ölçülerde, kendini ve kendisiyle birlikte de bütün toplumu orduya teslim ediyor. Hatta kişiliksizlik sadece halk kesimlerinde değildir, egemen sınıfın kendisi de bir anlamda devletin sahibi gibi gözükür, ama devlete teslim olmuştur; ordunun sahibi gibi gözükür, ama orduya teslim olmuştur. Diğer egemen sınıflar böyle değildir. Onlar açıkça devletin sahibi, ordunun sahibi olarak karşımıza çıkarken, Türk egemen sınıfı, kişiliksiz olduğu için üretim ve bir bütün olarak ekonomik üretimde bir hiçtir. Sosyal ve kültürel alanlarda ilerletmez, yaratmaz, sürekli bastırır çöle çevirir. Siyasi alanda da bir hiçtir ve bu hiçlik ordunun çıplak zoruna dayanır. Bütünüyle orduya sığınmaya, ordu-millet edebiyatı yapmaya götürür. Böylelikle, kendisiyle birlikte kişiliksizliği topluma yayarak, her şey ordu gerçeğine bağlanır, ordu yüceltilir, komutan yüceltilir, askeri sanat yüceltilir ve bu sınırsız bir biçimde gerçekleştirilir. Günümüzde karşımıza çıkan gerçek de bundan başka bir şey değildir.
Türkiye’de ordu gerçeğinin bu kadar abartılı olması, neredeyse bugün bile ekonomik ve toplumsal yapı üzerinde büyük bir yüktür. Zaten bu darbeler pratiği, ordu gerçeği; İttihat-ı Terakkici-ler’den beri, Türk devlet demokrasisinin gelişmeyişinin en temel nedeni olduğu gibi, günümüzde de ekonomiyi bitiren, demokrasiyi tamamen olanaksız kılan ve böylece toplumu çöle çeviren asıl nedendir. Kendi ekonomik taleplerini ileri sürmeyen, ekonomik gelişmeye fırsat tanımayan, sosyal ve kültürel kimliğini bir türlü yaşamayan, tümüyle şekilsiz, cılız kalmaya mahkûmdur. Siyasi alanda kendisini bir güç haline getiremeyen, yalnız halk sınıfları için değil, egemen sınıf açısından da kendisini güçlü bir siyasi parti seviyesine bile getiremeyen ve böyle şekillendirilen bir gerçek söz konusudur. Tek emir-komuta zinciri etrafında yönetilen ve buna da “istikrar içinde yönetim” dedikleri, “birlik ve bütünlük için bundan başka çaremiz yoktur” dedikleri bir statüye, bir devlet anlayışına ve biçimlenişine ulaşıyorlar.
Türk egemen sistemi bazı yönleriyle böyle değerlendirilirken, hiç şüphesiz tarihçesi daha somut ortaya konulabilir. Zaman zaman değinilmiştir ve hatta örnek olarak bazı yönleriyle bahsedilmiştir de. Türkler, Kürdistan ve Anadolu’yu önce akıncı birlikler tarafından istila ettiler. Yabancıydılar, dayanabilecekleri bir halk temeli yoktu, ama yaşamak için gözü karaca istila ediyorlar, fethediyorlardı. Nitekim, hızla Viyana kapılarına kadar, bir fetihçi topluluk olarak talan ettiler. Eğer biraz tarih bilincinizi geliştirirseniz göreceksiniz ki, sadece mala el konulmuyor, mülke el konulmuyor; inanılmaz vahşet örnekleri biçiminde insanlara da el konuluyor. Tarih kitaplarında sıkça rastlarsınız. Egemenlik altına aldıkları toplumun bütün aile fertlerine el koyuyorlar. Kendilerine karşı direnebilecek ne varsa, onları imha ediyorlar. Çocukları hemen Yeniçerileştirme, köleleştirme amacıyla bir yerlere kapatıyorlar. Yine bütün kadınlara çok vahşi bir biçimde el koyuyorlar.
Belki size ilginç bir örnek olarak gelebilir, ama bir gerçektir; İstanbul fethedildiğinde, hem de İslam adına fetih yaptığını söyleyen Fatih Sultan Mehmet, Yeniçeri güruhuna şunu söyler; “İstanbul’u üç gün talan edeceksiniz” der ve tarih gerçekten de böyle bir talana ender rastlamıştır. Biraz bilgilenmeye çalışıldığında şunları görebiliyoruz; bütün kıymetli eşya adına ne varsa, mabetlerden tutalım evlerin içine kadar hepsi gasp ediliyor. Bundan sonra asil ailelerin çocuklarına, oğlan ve kızlarına öyle bir el atıyorlar ki, bunları kendi saraylarına mı veya evlerine mi, hem de en alçakça bir biçimde kapatıyorlar. Izbandut gibi Yeniçeriler, her birisini yaka paça tutuyorlar ve kapatıyorlar. Aslında Müslüman da değiller. Araplar’-daki Müslümanlık, az da olsa bazı olumlu özelliklere sahiptir. Tarihi ilerleten yönleri vardır. Adalet temelinde de bir şeyler geliştirmiştir. Ama Türkler’in elindeki Müslümanlık, bir anlamda “gavurun elindeki Müslümanlık” gibidir. Aslında yaka paça bütün erkek çocuklarına el koyarken, içoğlanları haline getirmek için kadınlara uyguladıkları bütün muameleleri bu oğlanlara da uyguluyorlar. Paşalar ve Sultan ailelerinin kızlarını, hakeza kadınlarını sürü sürü dolduruyorlar. Bunlar aristokrat yanı çok gelişmiş bir kültürü özümsemiş aile çocuklarıdır. Diğerlerine ne yaptıklarını artık siz düşünün. Sadece bu İslam halkları için gerçekleşmiyor, tüm Balkanlar’da uyguluyorlar. Belki Kürdistan’da o kadar fazla uygulamamışlardır. Bu da Kürdistan’da yürütülen özel savaşın bir özelliğidir, günümüze kadar da sürdürülen bir özelliktir. Kürt işbirlikçiliğini, kendi ihtiyaçları temelinde şekillendirmek için bazı tavizler verirler. Yani onların aile ocaklarına dokunmamışlar. Günümüze kadar da bu temelde Kürt işbirlikçilerini kendi denetimlerinde tutabiliyorlar. Bu da bir özel savaş taktiğidir. İstanbul’u fethederken amansız talan ve el koyma, Balkanlar’da hakeza öyle, fakat Kürtler gibi, kendilerine stratejik anlamda İran’a karşı, hatta Arabistan’a karşı lazım olabilecek bir gücüyse, neredeyse hükümet düzeyinde, emirlikler düzeyinde son derece saygılı tutabiliyorlar. Bu, Kürt egemen işbirlikçiliğini tarihçesini çiziyor ve Kürtler’in daha fazla Türk yanlısı veya devletten daha fazla devlet yanlısı geçinmelerinin, hatta günümüzde de bunu sürdürmelerinin nedenini az-çok izah ediyor.
Türk özel savaş sistemi deyip geçmemek gerekir. Çok barbardır. Son günlerde bazı haberlerde, şehit düşen yoldaşların gövdelerini parçaladıklarını ve kafalarına çivi çaktıklarını söylüyorlar ve bunu halkın önüne atıyorlarmış. Helikopterden attıklarını, arabaların arkasına bağladıklarını biliyoruz. Yine arabalarla cenazelerin üzerinden geçiyorlar. Bu bir terör ve dehşet politikasıdır. Aslında çok bilinçlice yapılıyor. Özellikle halkın gözünü korkutmak ve hareketten uzaklaştırmak için yapıyorlar. Yeni bir uygulama değildir. Gaddar bazı özel timlerin de yaptıkları bir uygulama değil, bunun çok güçlü bir tarihi temeli vardır. Özellikle Osmanlı despotizmi döneminde, Türk egemen sınıfında öyle uygulamalar var ki, akla hayale gelmez şeylerle karşılaşabilirsiniz: bazılarının iki bacağını, iki kolunu atlara bağlıyıp koparıp atıyorlar, bazılarını asıyorlar ve kuruyuncaya kadar şehir ortasında cenazeleri duruyor, bazılarının gözlerine mil çekiyorlar vb. Sözüm ona en iyi uygulama da, kendi şehzadelerine karşı uyguladıkları boğma yöntemiymiş; ipek urganla boğma en asil cezalandırmaymış. Bir sultan rahatlıkla on sekiz şehzadeyi boğabiliyor. Devletin selameti için gerekliymiş!? Nasıl günümüzde “birlik bütünlük için bu uygulamalar gerekli” diyorlarsa, o zaman da “devletin bekası için gerekli” diyorlardı.
Bütün bu örnekleri, düşmanın yürüttüğü savaşımın bazı özelliklerini hatırlatmak için veriyoruz. Siz çocuk gibisiniz ve dolayısıyla savaş kabiliyetinizi geliştirmede, karşı koymayı geliştirmede o kadar sönük oluyorsunuz ki, sonra da şoke oluyorsunuz, kendi halk savaşınızı fazla geliştiremiyorsunuz, kötürüm kalıyorsunuz. Bunun biraz da dayatılan özel savaşla bağı vardır. Neden sizi ayaklandıramıyoruz? Neden sizi bir türlü kendi öz savaşınıza çekemiyoruz? Çünkü sindirilmişsiniz, iliklerinize kadar kurutulmuşsunuz, beyniniz ve yüreğiniz donmuş. Nitekim şimdi de yaptığınız bu. Herkes kendisinden köşe bucak kaçıyor. Devrimci savaşın nasıl geliştirildiği anlatılırken, biraz tarihçesini anlamalısınız. Biz nelerle nasıl uğraştık? Bir cesaret atılımını gerçekleştirmek için, sizin biraz kendi öz savaşınızı hazırlamak için nelerden nelere başvurduk? Savaşı inceliyorsunuz ve çok soyut, çok yetersiz kavrıyorsunuz. Hepiniz rahatlıkla silahları omuzunuza alıyorsunuz. Sonra da dağa çıkıyor, nasıl yürüyeceğinizi kestiremiyorsunuz. Bu çok tehlikeli bir yaklaşımdır. Bir birlik yürüyüşü, eğitim düzenleme, denetim olgularını bile akıl almaz boyutlarda ihmal ediyorsunuz. Bu davranışlarınızla bırakın savaşı kazanmayı, nefes almayı bile gerçekleştiremezsiniz.
Türk sistemini çeşitli boyutlarıyla tanımak gerekiyor.
Daha ilk istila, işgal dönemlerinde, toplumları, halkları, hatta kendi emekçilerini, yoksullarını, alt tabakayı sindirtmeleri sınırsızdır. Selçuklular’ın, Osmanlılar’ın despotizmi tarihe nam salmıştır. Herkes tarafından en yaman barbarlık olarak değerlendirilir ve feodalizm ile kapitalizm arasındaki en gerici statükoyu oluştururlar. 20. yüzyıl başlarında, bu enkaz üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti, bir anlamda Türk egemen sınıfının üçüncü elden burjuva sınıf biçiminde bir dönüşüme uğramasıyla oluşur. Yani böylesine bir sosyal gelişme aşamasında Cumhuriyet şekillenir. Eski paşa-bey sistemine dayalı Osmanlı terörizmi yerine, bu sefer burjuvalaşmaya yüz tutan Türk egemen sınıfına dayalı Türkiye Cumhuriyeti karşımıza çıkar. Sadece şekilde değil, özde de iliklere kadar özümsettirilmek istenen Kemalist önderlik hortlatılır. Yüzyılların sindirilme pratiğini veya özel savaşını, cumhuriyetle birlikte Kemalizm adı altında dayatır. Kapitalist baskı ve sömürünün inceltilmiş yöntemini de buna ekleyerek, yine kaba yöntemler ile kapitalist ince yöntemleri iç içe geçirerek, en fazla da Türk emekçi ve yoksullarını düşürür, onlara karşı terör uygular. Bunu da “Atatürkçülük” adı altında yapar. Örneğin; emekçilerin temsilcisi olarak ortaya çıkan komünistler, Yeşil Ordu ve bazı fırkalar vardır. Hepsinin amansız bir biçimde tasfiye eder. Bir yandan içine sızar, karmakarışık hale getirir; diğer yandan dürüst ögelerini komployla götürür. Çağına göre hiçbir karşı-devrimin gerçekleştiremediği bastırmayı gerçekleştirir. Türkiye Cumhuriyeti adı altında, en anti-demokratik tarzda, ancak Hitler’e modellik yapabilecek bir sistem olur. Hitler’in “akıl hocam feyz aldığım” dediği Kemalizm böyle hortlar. Görülüyor ki, aslında çağımızın en dehşet verici rejimi ortaya çıkmıştır. Hitler de onu biraz uygulamıştır. Hitler’in uygulaması on yılı geçmez, TC’nin uygulaması ise, günümüze kadar şiddetlenerek devam ediyor ve tam bir özel savaş kuruluşunu derinleştiriyor.
TC’nin kuruluşu, yalnız Kürdistan’a yönelik değil, Anadolu halkına yönelik de tamamen bir özel savaş dayatmasıdır. Mustafa Kemal, tipik bir özel savaş komutanıdır. Kendi emekçilerini “imtiyazsız, sınıfsız bir zümre” icadı altında bastırır. Aslında bu, o dönemin faşistlerinin sloganıdır. Kendi yakın çalışma arkadaşlarını bile tasfiye eder. Kaldı ki bu insanlar kendisinden daha fazla hizmetin sahipleridir. Tek şef diktatörlüğü için, çeşitli komplolarla imha eder; kimisini asar, kimisini tutuklar, kimisini de kaçırtır.
Kürdistan’a doğru özel savaşı taşırdığında, sol hareketleri yeniden bir istila biçiminde yayılır ve kandırmayla, kullanmayla, sindirme ve imha etmeyi iç içe yayar. 1920-40 yılları arasında, bir yandan müraice bir yaltaklanmayla Kürt aşiret reislerine, seyit ve şeyhlerine bu tarzda davranır, bazılarını temel işbirlikçi yapar, bazılarını kandırır, diğer yandan da canına okur ve misli görülmemiş bir terörü, sindirmeyi, katliamı gerçekleştirir. Halen bu katliamlardan kalan kemik yığınları, Dersim’deki mağaralarda, dere yataklarında bulunabilir. Yine en çok özel savaşın konusu olmuş Dersim’deki halk gerçekliğimiz üzerinde durulursa, durumlar daha iyi anlaşılabilir. Yeri geldikçe de üzerinde durmak gerekir. Tam bir özel savaş dayatılmıştır. Bu insanlar öyle korkutulmuştur ki ve bu korku sonrasında öylesine TC’ye ve Kemalizm’e tapınma durumuna getirilmişlerdir ki, bugün Kürdistan’da özel savaşı yürüten komutanlardan Korgeneral Hulusi Sayın bile Dersimli’dir. Bu tip, bugün, özel savaşın ikinci adamıdır. Sadece sindirtmekle kalınmamış, aynı zamanda müthiş bir korku egemen kılınmıştır. Bu bir Osmanlı yöntemidir. Örneğin Yeniçeriler, aslında katledilen kesimlerin devşirme çocuklarıdır. Fakat bunlar daha sonra öyle sahte tarzda Müslümanlaştırılıyor, Osmanlılaştırılıyorlar ki, en canavar yöneticiler bunlar kesiliyorlar. Kuyucu Murat Paşa bunlardan birisidir ve kırk bini aşkın insanı kuyulara doldurmuştur. Buna artık “sonradan Müslüman olma” mı denilir, “sonradan Türk olma mı” denilir, ne denilirse denilsin, bu bir gerçektir. Aslında öz Türklük öyle bir olay değildir. Öz Türkler, yani Türkmenler, ayrı bir kategoride ele alınmalıdır. Bugün Türkmen boyları, halen Toroslar’da bulunurlar ve onların bu yabancı Türkleşmeyle, yani sahte Türkleşme ve sahte Müslümanlaşmayla da alakaları yoktur. Halk olarak onları değerlendirebiliriz. Paşa-bey takımı kesinlikle gavur kökenli Müslümanlar veya gavur kökenli Türkler’dir. Aslında ikiyüzlüdürler ve tamamen sömürü temelinde ortaya çıkmışlardır. Dolayısıyla komplocu ve katliamcıdırlar. Osmanlılar’da bu çok meşhurdur. M. Kemal’in kendisi de sahte Türk’tür.
Tarih gösteriyor ki, onun da Türklük’le fazla alakası yoktur. Bir Yahudi dönmesi olduğu kanıtlanmıştır. Bir çok özelliğiyle Türk olmadığı, işine gelirse değişebileceği açıktır. Bir an Diyarbakır’dadır, Osmanlı devleti sönmeye doğru yüz tutuyor, orada aşiret kıyafetlerini giyiyor ve Kürtler’e özeniyor. Eğer bir Kürt isyanı gelişirse, rahatlıkla Kürt isyanının başı veya şefi olacak! Hatta kendini Kürt kralı ilan edeceği söyleniyor. Mümkündür, yapabilirdi de. Fakat bu ikinci planda kalıyor. Bu sefer Türk atalığına soyunuyor. Aslında bir çok gerçek onun bir Yahudi bozması olduğunu gösteriyor. Sanırım Türkler’de de bu konuda epey yazılmış kitap vardır. Bugün Yahudiler’in, siyonistlerin bu kadar Kemalizm’e sahip çıkmaları da boşa değil. Bunun Masonluk derecesi otuz üç derecedir, Biliyorsunuz Masonluk, siyonizmin önemli bir kuruluşudur ve otuz üç derecesi de en üst dereceymiş. Zaten bugün Mason olmayan biri, Türk devletinin başına geçemez.
Türklük maskesi altında, karşımıza siyonizmin devleti çıkıyor.
Ortaya çıkan gerçek tamamen budur. Biz bu gerçeği bazı Araplar’a da anlatmak istedik. Bugün daha iyi anlaşılıyor ki, belki de İsrail’den daha fazla siyonizme hizmet eden Türkiye Cumhuriyeti’dir. Veya Türkiye Cumhuriyeti, bir nevi siyonist devlettir, politika olarak öyledir. Şekle bakıldığında hepsi halis-muhlis “Türk” ve “Müslüman” gözükür, ama özünde devlet dünya kapitalizminin gayri-meşru çocuğu siyonizme hizmet ediyor. Bunu bazıları yeni yeni kavrıyor. Gerçi Türkiye’de de bu konuda bir çok şey söyleniyor, ama Müslümanlık’ın canına Kemalizm okuyor. Laiklik maskesi altında, Nakşibendicilik, hatta Alevicilik adı altında, Alevilik’in ve Müslümanlık’ın canına okunuyor. Bu tipik bir siyonist uygulama söz konusudur aslında.
Parti Önderliği
1990