Siyonistlerin meşhur bir yönetim ilkesi vardır. Biz buna her ne kadar Türk egemen sınıfının yönetim ilkesi dediysek de, arkasındaki akıl hocalığını Yahudiler ve dönmeler yapar. Nedir bu ilke? “Dünyayı yönetmek için dünyanın ahlakını boz-ma” ilkesidir. Bugün Sovyetler’deki Yahudi etkinliğini göz önüne getirelim; neredeyse sosyalizmi bile çığırından çıkardılar. Troçki, Yahudi kökenlidir. Stalin, Troçki’nin ve dolayısıyla Yahudi aydınlarını engellemek istedi. Bugün Stalin, dünyanın en çok nefret ettirilmek istenilen lideri haline getirilmiştir. Neredeyse herkes Stalin’e lanet yağdırıyor. Aslında bunun altında Yahudi propagandası, siyonist propaganda vardır. Nedeni ise, Troçki’ye ve Yahudi kökenlilere karşı terör uyguladığı içindir, bugün halen de kurtulamıyor. Zürriyeti bile Amerika’dadır, kızı da Yahudiler’in, siyonistlerin oyuncağıdır. Bu kadar lekelenmek isteniliyor. Günümüzde de “Sovyet Yahudileri” adı altında bir akım oluşmuş ve Sovyet yöneticileri de buna boyun eğiyor. Amerika bunların emrinde. Koskoca Araplar da, sözüm ona tepkiyle zirveler topluyorlar. Bir zirve, iki zirve yapılıyor, peki sonuçta ne oluyor? Sonuç sıfır! Ve siyonist etkinlik daha da genişliyor.
Bunun Türkiye için anlamı nedir? İşte Kemalizm’i bu çerçevede anlamak gerekiyor. “Mavi gözlü dev”, “büyük Atatürk” propagandaları, tamamen Yahudi-siyonist pohpohlamasıdır. Aslında Yahudilik’le kan bağlılığı da var. Nasıl bir Yahudi türemesi olduğunu biliyorsunuz. Melle Abdurrahman bize açmaya çalıştı. Doğru olabilir. Aslında Türkiye’de de yaygın bir kanıdır. Daha önemlisi, Mason hocalarının elinde, Selanik’te büyümüş ve eğitilmiştir. Daha sonra geliştikçe daha da terbiye ediliyor, en üst Masonluğa kadar tırmanıyor.
Bugün TC, sadece İsrail’in en yakın müttefeği değil, İsrail’in kuruluşunda da rol oynayan önemli bir faktördür. Bunun için Müslüman halkların birliği bile parçalanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşe götürüldüğü dönemde de, M. Kemal’in anti-Osmanlıcılığı, bir anlamda siyonistlerin anti-Osmanlıcılığı’nı ifade eder. İlerici temelde bir anti-Osmanlıcılık söz konusu değildir. Siyonistler, o zaman Filistin’e yerleşmek istiyorlardı. Abdülhamit de Pan-İslamizmi ayakta tutmaya çalışıyordu. Filistin’e yerleşmek için, M. Kemal’in laikliği hortlatıldı. Laiklik, Müslümanlığın birliğini parçalamak için icat edildi. Bugün İran’ın ısrarla Kemalizm’e karşı çıkması bu temeldedir. “Emperyalizme karşı, Müslüman halklarının birliğinde en büyük gediği açan M. Kemal’dir, Kemalizm’dir, dolayısıyla okun sivri ucu Kemalizm’e ve laikliğe yöneltilmelidir” deniliyor. Bunun altında yatan temel budur ve bir anlamıyla da doğrudur. Müslüman halkların birliğini parçalamıştır. Anti-Osmanlıcılık maskesi altında, aslında kendisi ondan daha gerici olan TC’yi oluştur-muştur. Bu temel üzerinde bir de İngiliz etkinliği vardır. Araplar ü-zerinde İngiliz etkinliğiyle, M. Kemal hareketinin anti-İslamcılığı birleşiyor. Sonra da Yahudi akını, siyonist göçü bu yıllarda Filistin’e artan oranlarda gelişiyor. Ve 1930-40’larda da Filistinliler terörle kovuluyorlar. Sonuçta İsrail devleti kuruluyor.
İsrail devletinin oluşumunda Kemalizm’in gerek Müslüman halkların birliğini parçalama ve laikliği geliştirmede, gerekse de İngilizler’le işbirliği yaparak Filistinliler’i kovmada, belirleyici bir rolü vardır. Bu doğru bir saptamadır. Nitekim günümüzde doğrulanan gerçek de budur. İspanya Yahudileri, 1412 yılında kovulduklarında, Osmanlı sultanları tarafından İstanbul’a ve Anadolu’ya iskan ettiriliyorlar. Bu Yahudiler bugün, “1992 yılında, beş yüzüncü yıldönümünü kutlamalarını TC ile yapacağız” diyorlar Dolayısıyla, İsrail ile Türkiye arasında beş yüz yıla dayanan bir dostluk söz konusudur. Bölgenin kaderini bu iki devlet tayin edecektir. Daha şimdiden kutlama komitelerini kuruyorlar ve altında da büyük Yahudi sermayesi vardır. Zaten Amerika sermayesi, Yahudi sermayesinin kontrolü altındadır. Avrupa’da da önemli oranda kontrol Yahudi sermayesindedir. Sosyalist sistemde de Yahudiler’in ne kadar etkili olduğunu anti-Stalinist kampanyada iyi görüyoruz. Sonuçta karşımıza çıkan gerçek şudur; Türk özel savaşının arkasında dev gibi gizli bir siyonist ve emperyalist gücün durması söz konusudur.
Niye Sovyetler’de bir Yahudi aydın içeriye düştüğünde bütün dünyada kampanya geliştiriliyor? Nitekim bıraktırıyorlar da. Kürdistan’da ise yalnız bir aydın değil, bir halk toplu kıyımdan geçiriliyor, dünyadan bir tek itiraz sesi çıkmıyor. Bunu sadece Türk politikacılarının büyüklüğünde, ustalığında aramamak gerekiyor; onların siyonizmle girdiği tarihi ittifaklarında aramak gerekiyor. Siyonizm, Türk devletinin dünya çapında itibardan düşmesini, teşhir ve tecritini istemiyor. Çünkü kendisinin bölgedeki en temel müttefiğidir ve ona dayanarak İsrail’i kurmuş, ona dayanarak İsrail’i sürdürüyor. Böylece özel savaşı arka planda günümüze doğru ayakta tutan temel bir güç olarak karşımıza çıkıyor. Kemalizm, bizzat Türkiye Cumhuriyeti bu dev gücün türetmesi olarak ifade buluyor. Günümüzde Sovyet halklarının hepsinin Cumhuriyet’i var. Dil, kültür özerkliği şurada kalsın, en özgür toplumlar olarak gelişiyorlar. Ama halen “Sovyet İmparatorluğu baskısı çatırdıyor, özgürlük atılımı hamlesi istiyoruz” diye kıyamet koparıyorlar. Bunun başını ABD çekiyor ve Avrupa da buna yardakçılık ediyor. Kendi müttefikleri Türkiye de, sadece insan haklarına değil, halkların kimlik hakkına bile en büyük saldırıyı düzenletiliyor. Sadece demokrasinin canına okumuyorlar, en ufak özgür düşünceyi temsil etmek isteyen bir aydını bile “cehennemden cehennem beğen” kuralları içinde tutabiliyorlar. Ve dünyada yine hiç ses yok! Bu neyle izah edilebilir? Türk özel savaş sistemi, Kemalizm ve 12 Eylül, dünya çapında siyonist ve emperyalist güvence altındadır. Dolayısıyla propaganda mekanizması da bunların tekelindedir. O halde, ses-seda çıkmaması anlaşılır bir husus oluyor.
Filistin Kurtuluş Örgütü ve bazı Arap devletleri bazı şeyleri geliştirmek istiyorlar. Libya ve hatta Suriye’de buna dahildir. “Acaba Türkiye’yi kendimize yakınlaştırabilir miyiz?” diyenler var. Belki de bazı Türk Müslümanlar’a, “Müslümanlık” adı altında yakınlaşmayı gündeme getirebilirler veya “bazı tarihi ve kültürel yakınlıklarımız” deyip birbirlerini kandırmaya çalışabilirler. Ama ortaya çıktı ki, son İsrail terör hükümeti yeniden başa geçtiğinde, Akbulut hükümetiyle -ki, Özal’la iç içedirler- olan ilişkileri, su meselesiyle biraz daha açığa çıktı. Bizzat FKÖ temsilcisi gördü ki, Türkiye’yi yöneten İsrail uzmanlarıdır. On yıldır bu bize de yansıdı. “PKK’yi bir koz olarak değerlendirebiliriz” sözü aslında hikayedir. Türkiye’ye onca taviz vermelerine rağmen, sözüm ona bizimle Türkiye’yi korkutmak istiyorlar. Sonuçta gördüler ki, Türkiye İsrail’in müttefiğidir. Bunların yaptığı çok etkisiz bir politika olarak kaldı. Çünkü, Türk gerçeğini, biraz da uluslararası siyonist ve emperyalist bağlar içinde, yakın süreçle birlikte nasıl oluştuğunu iyi bilmek gerekiyor.
Özel savaşın geliştirdiği sınırsız terörü, insanlık neden lanetlemiyor?
Bunun nedenlerini anlamak için, bu konuşmamda özel savaşın diğer bir boyutuna da değinmek istiyorum. Özel savaşın gizlilik boyutu, bu anlatım içinde kendini ele veriyor. Diğer boyutlarla birlikte, neden gizlilik boyutunu da sürdürüyorlar? Çünkü her bakımdan haksız temelde, insanlık suçu işleyen, işgal ve istilacı tarihini veya geçmişini gizlemek zorundadır. Kimler gizliliğe çok ihtiyaç duyarlar? Birincisi; çok zayıf, ama çok haklı olan veya düşmanları fark ettiğinde anında imha olabilecekler gizliliğe çok ihtiyaç duyarlar, örneğin bizim gibi. İkincisi; çok haksız, çok amansız işler yapanlar ve insanlığın hiçbir biçimde kabul edemeyeceği örgütler, rejimler, kişilikler gizliliğe ihtiyaç duyarlar. Bunun da nedeni anlaşılıyor. Çünkü az da olsa, insanca uygulamalara gayret edecek halk yığınları, bunların ne dolaplar çevirdiğini bilirse, yakalarına sarılacaktır. Bu yüzden de özel savaşlarını gizli yürütürler.
Dünya çapında Masonluk, yani Yahudi siyonizmi çok gizli çalışır.
Çünkü dünyayı sömürüyor, dünyayla oynuyor. Hatta dünyanın ahlakının bozulmasını, tepeden bunlar planlıyor, savaşları ve talanları bunlar planlıyorlar ve milyonlarca insanı katliamdan geçiriliyor. Çok küçük bir Yahudi azınlığı dünyayı yönetmek için buna mecburdur. Çok küçük bir azınlık, fakat “Allah’ın seçkin kulu” diye nitelendiriliyorlar. Yani dünyayı yönetmesi gereken “seçkin kavim”dir. Bu kadar sayıda dünya halklarını yönetmek için neye baş vuruyorlar? Herhalde adalet ilkesine başvurmazlar. Çünkü sermaye yoluyla en büyük sömürücü güç onlardır, herhalde barışla yönetemezler. Ancak savaşla kendi politikalarını veya çıkarlarını sürdürebilirler. İyi bir ahlaki tutum geliştiremezler. Çünkü iyi bir ahlaki tutum barışa bağlıdır; sömürmeye, sömürülmeye karşıdır; açık ve net insan topluluklarının oluşmasına çalışır. Dolayısıyla insan ahlakını bozmak zorundadırlar. Çünkü ahlaksızlaşmış insanları yönetmek kolaydır. Ahlaki düşkünlük ne kadar geliştirilmişse, dünya çapında yönetim de o kadar kolaylaşır. Örneğin, Amerika’da, Avrupa’da sınırsız bir ahlaksızlaştırma geliştirilmiş. Sosyalist ülkelere de neredeyse bu egemen kılınmak isteniyor. Burada ortaya çıkan gerçek; çok küçük bir azınlığın, dünya çapında yönetimi için insanların aldatılması, birbirlerine karşı kırdırtılması, dünya çapında ve bölgesel bir çok savaşın da bu haksızlık temelinde hortlatılması. Yine faşist rejimlerin bazı bölgelere oturtulması ve emperyalist-kapitalist sömürü dünyasının geçerliliğini sürdürmesidir.
Türkiye, bu sistemin en tehlikeli jandarmasıdır. Ortadoğu’da İsrail etkinliği önemlidir, dolayısıyla Türk etkinliği de çok önemlidir. Bu etkinlik için özel savaş gereklidir ve bu biraz da gizli geliştirilmek zorundadır. Çünkü Türkiye halkı Müslüman’dır, Ortadoğu halkları Müslüman’dır. Türk yöneticiliği ise Mason’dur. Demirel’-in Masonluğunu biliyorsunuz. Mason olmadığını iddia etmek için neler yaptı, belgelerle kanıtlamaya çalıştı. Aslında Masonluk belgesini almayan hiçbir yönetici kolay kolay Bakan olamaz. Bayar’-ın, Menderes’in, bütün Cumhurbaşkanlar’ının hepsinin Mason olduğunu biliyorsunuz. Siyonizmden icazet alıyorlar, ondan sonra Bakan, Başbakan veya Reis-i Cumhur oluyorlar. Bu ordu için de geçerlidir. Masonluk gizlidir, hiçbirisi açıkça “ben Masonum” demez. Çünkü Müslüman halk bunlardan nefret eder ve toplumdan tecrit olabilirler. Bunun için gizlenmek zorundadırlar. İkincisi ise, bunlar bir azınlıktır, ama “aşırı sömürüyü ördük” diyorlar. Bunların örgütlenmesi, Türkiye Cumhuriyeti’nde çok güçlüdür. Ekonomik-politikada da dar bir kliğin yönetimde olması söz konusudur. İş Bankası topluluğu, Ziraat Bankası gibi devlet bankaları, Vehbi Koç topluluğu, Eczacıbaşı topluluğu, yeni kurulmuş holdingler; bunların hepsi devletle, orduyla iç içe gizli ve oluşurlar. Bunlar devletin hakim güçleri haline getirildiler. Böyle olmak zorundadırlar. Çünkü aşırı sömürüyü bunlar gerçekleştiriyor. Para basıyorlar ve milyarder oluyorlar bir anda. Vergi yasaları çıkarıyorlar, toplumun elinde ne varsa onları alıyorlar. Yeraltı ve yerüstü zenginlikleri var, karşılıksız olarak onlara da el koyuyorlar. Bu zenginliklerin asıl sahipleri olan topluma da hiçbir şey vermiyorlar. O zaman bütün bunlar gizli yürütülmek zorundadır. Demek ki gizliliğin diğer anlaşılır bir yanı da budur.
Özel savaşın gizliliğinin siyasi boyutu da vardır.
Bu tip gizli yönetim odakları komplocudurlar. Türkiye’deki darbeler pratiğine bakalım, yine MİT’in toplumu yönetmesine bakalım. En yakınlarını bile çeşitli komplolarla tasfiyeye kadar gittiklerine göre, hasımlarının başına neler getirmezler, halkın başına neler getirmezler veya Kürdistan’ın başına neler getirmezler? Bu kadar uğursuz, hain ve komplocu planlar içinde olan bir yönetim gücü, elbette gizli olmak zorundadır. Açıklık ilkesi uygulanırsa, kimin hangi tertipler içinde olduğu anlaşılırsa, halk bunların gırtlağına sarılıp boğacaktır. Bunun için müthiş gizli çalışırlar. Hükümetin, meclisin siyasi faaliyetleri aslında polislerdedir ve birkaç el etrafından yönlendirilirler. Yaygın kesim koyun sürüsü gibidir. Kabinede, parlâmentoda, devletin bir çok kuruluşunda bu böyledir. Bir kaç gizli el vardır ki, buna “MİT eli” denir, “emniyet örgütünün eli” denir, ama hepsi aslında birleşmiş bir kliktir- bu eller devleti kendi aralarında parsellemişlerdir. General, holdingci, sanatkar, dış ihracatçı, ithalatçı, Bakan, Başbakan; hepsi böyle bir suçlular topluluğu olarak örgütleniyorlar. Çok uğursuz rolleri ve görevleri vardır. Yürütmek için de gerçekten büyük bir gizliğe ihtiyaçları vardır. Dolayısıyla Türkiye’de devlet yönetimindeki gizlilik, hiçbir devlette görülmediği kadar bulanık, kapalı kapılar ardında, sinsi ve alçakça yürütülür.
Nitekim özel savaş yönetimi bugün bile böyledir. Bugün Türkiye’yi yöneten özel savaş yönetimidir. Bu hükümetin parlâmentosu ve hatta Cumhurbaşkanlığı bile mostradır. Maskeli bile değil, mostralık! Bir maske gibi kullansalardı, yine biraz bazı değerlere bağlı kalırlardı. Bu, özel savaşın niteliği ve kirliliğinde aranmalıdır. Özel savaşın egemen olması, başarıyla yürütülmesi için, kendisinin bile bağlı olduğu değerlerin kirlenmesi gerekir. Biz şunu söyledik; dünya çapında siyonizm, halkları kirleterek, ahlaksızlığa çekerek, aşırı sömürüye boyun eğmeye iter. İşte tipik olarak Türkiye’de gelişen biraz da budur. Aslında gündemi belirleyen ABD Büyükelçisi Abromavitz’dir. Her konuda gidip ona danışırlar. Zaten Ortadoğu’da Yahudi siyonizminin en etkili yürütücüsüdür, şimdi de Ankara’da yürütüyor. İki de bir PKK’ye karşı bazı girişimleri dayatıyor. Kendine göre ezmeye çalışıyor. Asıl yöneten el ABD elçiliğidir. Yine holdingciler vardır. Onların da çoğu Yahudi kökenlidir veya bazı Türk ortakları vardır. Bütün ekonominin yönetimi onların elindedir. Yine öyle paşalar vardı ki, kesinlikle Amerika’dan onay almışlardır. Cuntacıların bazıları, hükümet içinde Mason eğitiminden geçer veya ABD işbirlikçiliği, Avrupa uşaklığı eğitiminden geçer. Böylelerini getirip komple devletin başına oturturlar.
Akbulut nasıl hükümet oldu?
Akbulut kadar kişiliksiz biri olmadığını, Akbulut fıkralarından dünya alem biliyor. Aslında fıkra deyip geçmemek gerekir. Bir taşra avukatlığını bile yapamayan birini, birden bire kalkıp Başbakan yapıyorlar. Çok kişiliksiz biri olduğu halde, Kürdistan’daki özel savaşa karışan, kirli bir kişilik olduğu için getirildi. Özal çokça örneğini gördüğümüz, en dilenci ve en lanetli, suratından kötülük akan bir gelenekten geliyor. Tarihi temeli de vardır. Türkiye kapitalizminin en çıfıt yüzünü temsil ediyor. Hatta Vehbi Koç bile, bu yeni yetmenin yanında çok ufak kalıyor. Mafya yöntemleri etrafındaki devletle birlikte, bunu kullanan uluslararası sermaye; Türki-ye’yi kendisi için en kullanılır alan haline getirmek için, bu politikaya cevap veren, askerlerin bir dediğini iki etmeyen, her türlü işkenceye, sömürüye sonuna kadar “evet” diyen böyle bir kişiliğin tipi olduğu için Özal’ı Cumhurbaşkanı yaptılar. Hem de çok iyi kullanarak bunu yaptılar. Hükümetin başı, devletin başı böyle bir durumdadır. En çok kullanılmaya müsait, en gerici ve faşist işkencelerin taleplerini gerçekleştirecek olan mostralıktır bunlar ve Türkiye’nin başı oluyorlar. Demek ki, özel savaş kendini gizlemek için böyle mostralıklar da icat etmek zorundadır. Dünya çapında siyonist-emperyalizm böyledir. Türkiye’de bunların bir kolu olarak özel savaş dairesi, bu rolü layıkıyla yerine getirmeye çalışıyor. Demek ki topluma çok karşıdır. Açığa çıktıklarında ise hepsi köşe bucak kaçıyor. Aslında belki de bunlar en iyileridir, belki de daha tehlikelileri açığa çıkmayanlarıdır.
Bugün, toplum üzerinde, amansız bir baskının, işkencenin, ahlaksızlığın, en çok da sınırsız sömürünün başı olan bir kesim var. Türkiye’de basının, TV’nin, radyonun gizlediği bunlardır. Bunun yerine mostralıklar ortaya çıkarılıyor. Her gün skandallar patlatılıyor. Bu skandalların arkasındaki eli de iyi görmek gerekir. Özellikle sanat alanında hortlattıkları tipler, kesinlikle MİT veya onun gizli kurumlarından oluşturulan tiplerdir. Bir Diyarbakır’da Emrah diye birisini ortaya çıkardılar. Aslında bunun sanatla ilgisi yok, ama Diyarbakır’dan seçmelerinin nedeni var. Bir gün araştırılırsa daha iyi açığa çıkar; çünkü burası Kürdistan’ın merkezidir, en çok işsiz gençlik burada toplanmıştır; bir de PKK militanlarının namının en çok geliştiği yerdir. Toplumun PKK militanlarını yüceltmesi gelişiyor. Bunu önlemek için de Emrah’ı ortaya çıkardılar. Onun ilginç bir kaç sözü vardı; “bu teröristler Ermeni midir, gavur mudur” gibi bir takım laflar etti. Aslında ona söyletiyorlar. Bunun makyajını da iyi eller yapıyor. Amerika’da büyük bir gençlik ilahı Micheal Jackson varmış, bu da sözüm ona Türkiye’nin Micheal Jackson’uy-muş!… Gençlik ona tapıyormuş!… Hatta Sovyetler’i, Doğu Avrupa’yı allak bullak eden gençlik de bu oluyormuş!… İşte bunu bu kadar allayıp pullayarak Kürdistan’ın merkezine, Sivas’a, Malatya’ya gönderiyorlar. Burjuva kitle iletişim araçlarını da ayarlamışlar, sözüm ona herkes Emrah’a tapıyormuş gibi gösteriyorlar.
Emrah’a tapınma nasıl ortaya çıktı? İyi bir inceleme konusudur, çünkü tam bir MİT organizasyonudur. Aslında sanatla alakası olmayan düşkünün biridir. Diyarbakır’da beş para etmeyen tonlarca tip var. Allayıp pullasanız hepsi böyle olabilir. Basında da iki de bir “Türkiye’nin sanatkar Jackson’u, bütün gençliğin hayali” diye pohpohlandı. Şimdi Avrupa’ya da gönderiyorlar. “Gençliğin hayali” şimdi olgunlaştı, bu sefer de “toplumun hayali” haline geliyor. Bir MİT organizasyonudur. İşlerini gördürmeye çalışıyorlar. Aslında gizli örgütlendirilmiştir, hiç kimse bunu bilmez. Belki de milyonlarca hayranı olmuştur, bu hayranları neye nasıl hayran olduklarını bilmezler. Hayranlık duyguları bile sahte yaratılmıştır, MİT tarafından oluşturulmuştur. Başka örnekler de var. Hatırlıyorum, PKK yeni ilan edildiğinde Diyarbakır’daydım. İbrahim Tatlıses birden bire “türkü kralı” ilan edildi. Yani Kürdistan’da artık aşağı yukarı yeni bir ahlak, yeni bir kültür, yeni bir türkü gelişiyordu. Birden bire bunu Urfa’da öyle allayıp pulladılar ki, ondan sonra da sahneler, stadyumlar derken, her yıl “türkü krallığı”na seçildi ve sosyeteye şırınga ettirildi, yoksul kesime dayatıldı. Bunu iyi eğitmişler. Elli bin kişilik stadyumlarda, zurna gibi sarhoş bir vaziyette dalıyor toplumun arasına, büyük bir hayranlık çemberi oluşturuyor. Aslında Kürdistan’da, genelde de Türkiye’de, devrimci tip bunların eliyle aşağılanıyor.
Bunlar bir yanda, bir de devrimci tipin nasıl aşağılandığını görmek gerekir. “Teröristtir” denilerek beli silahlı bazı tipler çizilirdi, herkes de dehşetle bu tipe bakardı. Herkesin kaçması gereken bir tip çizilir, diğer yandan da hayran kılınması gereken tipler ortaya çıkarılır. Ardından bütün toplumun nabzı, hayranlığı, bir uşak, işbirlikçi ve yeni yaratılmış sahte tiplere yöneltilirken, devrimci tip de herkesin en çok kaçtığı tip haline getirildi. Günümüze kadar fırtınası hâlâ esiyor. İbo’nun en son Azerbeycan’a götürülüşü bayağı şenlik oldu. Avrupa’da bizim Newroz geceleri, Mart sonlarından Nisan başlarına kadar sürüyor. Onu da bu süre içinde oraya götürüyorlar. Bu sene Emrah’ı da götürdüler. Bizim gecelerin etkinliğini kırmak için götürüyorlar. Böylece sanat alanında, MİT’in nasıl gizli yöntemlerle, sanatkar maskesi altında, ama bütün toplumun nabzını ve hayranlığını çekecek tipler yarattığını, bunun uygulama içinde olduğunu iyi görüyoruz. Sporda da bu böyledir.
Son dönemlerde gündemi saptırma çalışmalarının da çok yaygın olduğuna eminiz. Bu da başlı başına bir MİT uygulamasıdır. 1988’de Milliyet gazetesiyle yaptığımız röportajın yayınlanmasıyla birlikte, ertesi gün Turgut Özal sahtekarca parmağından vuruldu. Sözüm ona kendisini yere atıp kurtardı. Halbuki Özal’ın kendi gölgesinden bile korkup bayıldığını herkes biliyor. Aslında tam bir ucube tip. Sözüm ona yaralandı, tam bir kahramanlık örneği sergiledi. Böylelikle bizim röportajın etkisi de bastırılmaya çalışıldı. Halbuki toplumun bütünü ayağa kalkmıştı, ama bunun gibi bir gündemi saptırma olayı gerçekleştirildi. Ardından hemen hemen her üç ayda bir gündemi saptırma devam etti. Gündemi saptırma derken, şoke edici olaylar olmalı. Bizim gerçekleştirdiğimiz eylemler toplumun ilgisini çekiyor. Onlar da bizi engelleyip toplumu çekmeye çalışacaklar. Bu büyük bir yarıştır. Devletin basın-yayın kuruluşu elinde olduğu için de, gündemi saptırmada onlar bizden çok güçlüdür. Bu gündemi saptırma meselesi başlı başına bir özel savaş konusudur ve çoğu da bunu yürütüyor. Yani gizli oluşturulan bir gündemi saptırma işi olduğu için, ilericisi de dahil hepsi bunu yutuyor. “Özal’ı kim vurdu” diye araştırıyorlar. “Özal’ı bir tane manyak vurdu” diye yazıyorlar. Bu da bir MİT ayarlamasıdır. Sözüm ona halen bu adamın kim olduğunu tespit edemediler. Aslında iki dakikada tespit edilir. Bize versinler, biz iki dakikada, onun neye bağlı olduğunu, velhasıl MİT’e bağlı bir figüran olduğunu ortaya çıkarabiliriz.
- Ali Ağaca’yla dünya çapında gündemi saptırdılar.
Biliyorsunuz o da Malatyalı’dır. 12 Eylül faşizmi, terörizmi uygularken, Avrupa demokratik kamuoyu karşısında ve dünya çapında teşhir olacaklarını anladıklarında, bunu hapisten kaçırdılar ve Papa’yı vurdurdular. Papa’da basit veya sıradan bir kişi değildi. Bir milyara yakın Hristiyan’ı ayağa kaldırdı. Daha sonraki saptırma girişimlerinden anlıyoruz ki, iyi hazırlanmış bir senaryodur. “Avruya’ya kaçan teröristlerin sağcısı da, solcusu da Papa’yı vuracak kadar gözü dönmüş katillerdir” imajını bütün Hristiyan kamuoyunda yaratarak, Avrupa’ya akanların hepsine karşı çıkartılmak istendi. Bu bir gündem saptırmasıdır. Türkeş bile “Ağaca bizim adamımız değildir, Nurettin Ersin’in adamıdır” diyordu. Yani “cuntanın, Milli Güvenlik Konseyi’nin bizzat örgütlediği bir adamdır” diyordu.
Bizim adımıza Palme provakayonu yapıldı.
Palme, sosyal-demokrat, barışçıl akımın en önde gelen lideriydi. Ona kurşun sıkan biri, bütün Avrupa’dan ve hatta dünyadan tecrit olur. PKK adına, muhtemelen sahte bir Kürt de çıkarılabilirdi. O zamanki Emniyet Müdürü’nün planı tam tutmuş olsaydı, yani biz oyuna gelmiş olsaydık, örgütümüzü harcamak istediler. Ucunu buraya kadar uzatmak istediler. Ağaca gibi bir sahte Kürt de çıkarılırdı. “PKK adına ben vurdum” diyecekti. Nitekim yıllardır “Kürt izi, PKK gölgesi” deniliyor. Sonuç olarak, “Avrupa çapında Palme’yi vuracak kadar bir PKK terörü var” diyecekler. Böylece Türk terörizmi örtbas edilecek. Türk-İsveç dostluğu geliştiriliyor. Bunun ardından, PKK Avrupa’dan tamamen tecrit ediliyor. Bu da bir gündemi saptırma ve özel savaş yöntemidir.
Başka örnekler de var.
En belirgini de ANAP bünyesinde geliştirilen skandallardır. Onun dışındakilere anlam verebiliriz, ama ANAP’ı bu kadar kullanmaya çalışmalarını anlamak biraz zor. Çünkü, ANAP özel savaşın elinde en ehil oyuncak haline gelmiş. Özel savaşı en çok da onların eliyle yürütmek kolaydır. Bu en son M. Celal Güzel skandalını dün gazeteler yazıyordu. Akbulutla aralarında başkanlık çekişmesi, başkanlık yıpratmasıymış vb. hiçbir çelişki de yok aslında. Peki bu skandal neden ortaya çıkarıldı? Çünkü bu skandal ortaya çıktığında, bizim tarihi 1990 halk ayaklanmalarımız gelişmişti. Mart ve Nisan’da halk gösterilerinin Kürdistan tarihinin önemli bir dönemecini teşkil etmesi söz konusuydu. O zaman bu skandal hortlatıldı. Türkiye halkı da dahil, bütün ilgi bizim eylemlerimiz etrafında yoğunlaşıyordu, muazzam şekilde PKK propagandası yapılıyordu. Emniyet Genel Müdürü “bu PKK propagandası durdurulmalıdır. En büyük tehlike, savaştan da daha büyük tehlike budur” diyordu. Ardından hemen 413 sayılı kararname ve H.Celal Güzel skandalı, sözüm ona çelişkileri varmış gibi ortaya atıldı. Tam bir roman konusu olabilecek kadar ince hesaplanmış. Bu bir koldan çeliştirilirken, diğer koldan özel kararname, ardından zirve ve bildiğiniz gibi bize karşı geliştirilen özel savaş, skandallar adı altında gizli kılındı. Böylece kamuoyunun dikkatleri oraya çekilerek, devrimci savaş unutturulmaya çalışıldı. Kararnamelerle basın susturuldu. Uzun süre Özel Harp Dairesi’nin başkanlığını yapmış olan Sabri Yirmibeşoğlu adlı Orgeneral, gizlice basını çekti ve uyardı. “Milli takımı tutar gibi bizi tutacaksınız ve itiraz da yok” dedi. Basın da hemen MİT’in emrine girdi. İsmail Beşikçi’nin bunu açıkladığını, “basın tamamen MİT’in bir bürosudur” dediğini biliyorsunuz. Basın araç olarak kullanılıp skandallarla toplumun ilgisini dağıttılar.
Özel savaşı gizli kılan bu örnekten sonra, son bir örnek daha ekleyeceğiz. Toplumun hem ahlaki değerleriyle oynama anlamında, hem de ilgisini en uç noktalara saptırma anlamında, Emrah ve İbo hikayeleri bittikten sonra, en son Tanju-Hülya aşkı ortaya atıldı. Bu da tamamen bir MİT ayarlamasıdır. Biraz düşünüyoruz, bu olay basında niye ısrarla sürdürülmeye çalışılıyor? İstenilse bir dakikada söndürülür, fakat bunu MİT istiyor. Aslında bu skandal adı altında bir taşla bir kaç kuş vuruluyor. Bir defa toplumun ahlakı tamamen dejenere ediliyor: Biri evli olan biri, önemli bir spor klübünün gol kralı, hatta Avrupa’nın gol kralı; diğeri ise Türkiye’nin “sanat kraliçesi”ymiş!… Sanırım Türkiye toplumunun hemen hemen dörtte üçü, yani kırk milyon insan, her gün onların hareketlerine bakıyor. Türkiye’nin yarısı spor hayranıdır, diğer yarısı ise artistlerin hayranıdır. Aslında artistlerin bir çoğu da MİT’e bağlıdır. Emel Sayın, İbo, Emrah bunların hepsinin oluşturulma hikayeleri aynıdır. MİT raporlarında bunların adı da geçti. En son “gol kralı” ve “sanat kraliçesi” toplumun ahlakıyla, değer yargılarıyla oynuyor ve en önemlisi de gündemi saptırmak için hukukla oynuyorlar. Hatta “siyaset de yapabiliriz, adaylığımızı da koyabiliriz” diyorlar. İbo’da “Urfa’dan milletvekili olabilir miyim” diye soruyor? “Ne diyorsun, olursun İbo” diyorlar. Şimdi de siyasete atılacaklar!? Yeni bir moda olarak gelişiyor. Fakat özellikle hareketimiz etrafında toplanan devrimci savaş ilgisini dağıtmak için, özenle geliştirilmiş bir sapma oluyor.
Yine bu itirafçı, pişman olan kesimlere, sahte bir yaşam örgütleyip önlerine koyuyorlar. “Denize nasıl bakıyorsunuz, deniz nasıl” diyorlar. Şemsi Özkan adında biri vardı, “mükemmel” diyordu. Bir de bardakları çekiyorlar. Sözüm ona bir PKK’li itirafçı da Hülya aşkına PKK’yi terk etmiş. Aslında bu da bir MİT haberidir. İtirafçılar, artistlere ve sporculara yönlendiriliyorlar. Bir sürü spor klübü geliştirilerek, adeta herkes topçu yapıldı. Hepsini toparlarsak, son tahlilde yoğunlaşan devrimci savaşımımızın gündemi belirlemesine karşı, Türk devletinin gizli temelde veya özel savaşın gizlilik boyutuna daha fazla ağırlık vermesine gündem saptırma işini çok daha sistemli ve gizli yürütmesini zorunlu kılıyor. Bu itirafçıların yüzlerinin ağız-burun ameliyatlarıyla maskelenmesi, kılık kıyafetlerinin ayarlanması, gizliliği nereye kadar taşırmak istediklerini ortaya koyuyor.
Parti Önderliği
1990