RIZGAR AMED
Tarih, hakikati dile getirenlerden korkar. Onları ya susturur, ya sürgüne gönderir ya da çarmıha gerer. Ama hakikat, hiçbir zaman ölenin bedeniyle gömülmez. Hallac-ı Mansur’un yandığı çarmıh, bir çağın vicdanına kazınırken; Önder Apo’nun zindanlarda ördüğü düşünsel evren, başka bir çağın yeniden doğuşuna dönüştü. İki beden, iki yürek, iki zaman… ama tek bir yürüyüş. Bu yürüyüş, zincirleri kıra kıra bugüne ulaştı.
Hallac-ı Mansur, Milattan sonra 858 yılında, Horasan topraklarında doğdu. Bir çocuğun gözleriyle bakarken göğe, yalnızca yıldızları değil; Tanrı’nın suskunluğunu da gördü. Erken yaşta Kur’an’ı ezberledi. Medrese eğitimine girdi. Ama onu orada tutan şey bilgi değil, sorguydu. Sorduğu her soru, bir zinciri gevşetti. Her cevapsızlık, onu kalbin derinliklerine itti. Ve bir gün anladı: Tanrı dışarıda değil, içerideydi.
Basra’da, Tarsus’ta, Mekke’de dolaştı. Kendini, zamanın ve toplumun merkezinden dışarı çekti. Geceleri susarak, gündüzleri suskunlukla haykırarak Tanrı’yı aradı. Ve sonunda Tanrı’nın suretini değil, kendi özünü buldu. İşte o an “Enel Hak” dedi. Yani “Ben Tanrı’yım.” Hayır, bu bir kibir, bir üstünlük ilanı değildi. Bu söz, “Tanrı sizin sandığınız gibi bir efendi değil, benim içimdedir; sizin üzerinizden değil, benim varlığımın derinliğinden konuşur” demekti. Bu söz, sadece bir kelime değil; bir çağrının, bir devrimin, bir ruhun özetiydi.
Devletin, sarayın, şeyhlerin, ulemanın Tanrı’yı gasp eden iktidarına karşı en çıplak başkaldırıydı. Çünkü Tanrı’nın adına hükmedenler, halkı, kadını, sevgiyi, bedeni ve düşünceyi bastırıyordu. Hallac, Tanrı’yı onların elinden aldı ve yoksulun kalbine koydu. Kadının yüzüne yerleştirdi. Çocuğun düşüne bıraktı. Tanrı gökten yere indi. İndiği yer halkın vicdanıydı.
Ama devlet, Tanrı’yı kaybettiği gün öfkeye boğuldu. Çünkü Tanrı’yı kaybeden devlet, hükmünü kaybeder. Ve Hallac darağacına götürüldü. Çivilerle parçalandı. Ağzı dikildi. Ama bir an gülümsedi. Çünkü onun için ölüm değil, hakikatin bedeni olmak önemliydi. Ölmeden önce gözleriyle şöyle diyordu: “Ben sustum ama siz duydunuz.”
Yüzyıllar sonra bu çığlık, Mezopotamya’nın kalbinde yankılandı. Önder Apo’nun sesi, Hallac’ın çarmıhta bıraktığı cümleyi yeniden kurdu: “Hakikat aşktır, aşk ise özgür yaşamdır.” O, Hallac’ın sezgisel derinliğini alıp, örgütlü bir bilince dönüştürdü. Hallac’ın bireysel haykırışı, Önder Apo’nun halksal paradigmasında ete kemiğe büründü.
Önder Apo’ya göre özgür birey, ancak özgür toplum içinde mümkündür. İçinde Tanrı’yı bulan birey, toplumuyla hakikati inşa etmezse yarımdır. Hakikat, ancak halkın kendisini tanımasıyla tamam olur. Devlet, Tanrı adına hükmedenlerin yerini almış yeni bir bastırma aracıdır. Önder Apo’nun paradigması, Hallac’ın Tanrı’dan kopardığı hakikati, halkın ellerine yeniden verir.
Ve özellikle kadının kurtuluşu… Hallac, kadının sezgisel bilgeliğini hisseder. Onun Tanrı’ya en yakın varlık olduğunu bilir. Ama söyleyemez. Çağı buna izin vermez. Önder Apo ise, kadını yalnızca tanımlamakla kalmaz; ona hakikat inşasında öncülük verir. Jineolojî ile kadını tarihin öznesi haline getirir. Ona göre kadın özgürleşmeden toplum özgürleşemez. Kadının kurtuluşu, sadece bir cinsin değil; insanlığın hakikatle yeniden buluşmasıdır.
Hallac’ın “Enel Hak” haykırışı, sadece Tanrı’yı bireyin içine indirgeme cesareti değil, aynı zamanda devletin kutsal gördüğü her otoriteye karşı doğrudan bir isyandı. Bu isyanın anlamı, çağlar sonra çok daha netleşecekti. Çünkü o çığlık, bir kişinin yalnız başına ruhunu savunması değil; bastırılan bütün insanlığın, kendisini yeniden inşa etmesiydi. Hallac yandı. Ama o ateş, hâlâ sönmedi. Çünkü o ateş, bastırılan tüm hakikatlerin özüdür.
Önder Apo, o ateşi zindanda yeniden harladı. 1999’da tutsak edildiği İmralı Adası’nda sadece fiziki bir tutsaklık değil; sistemin kendisine dayattığı düşünsel sınırları da parçaladı. O, Hallac gibi susmadı. Konuştu. Yazdı. Sorguladı. Parçaladı. Çözümledi. Ve her parçada yeni bir özgürlük modeli doğurdu.
Önder Apo’nun ideolojisi, yalnızca devlet eleştirisi değil; onun ötesinde bir yaşam tasavvurudur. O, devletin erkek aklından doğduğunu, mülkiyetçi ve savaşçı yapının kadın bedeni ve doğa üzerinde kurulmuş sistematik bir kölelik biçimi olduğunu gösterdi. Tüm tarih boyunca, Tanrı adına başlatılan savaşların, aslında iktidar arzusunun kutsal örtülere sarılmış hali olduğunu çözümledi.
Hallac bunu sezmişti. Önder Apo bunu kanıtladı.
Özellikle kadının sistematik olarak susturulması, Önder Apo’nun düşüncesinde merkezî bir yere oturur. Ona göre kadının özgürleşmesi, sadece bir cinsiyet meselesi değil; insanlık tarihinin yeniden başlatılmasıdır. Kadının bilinçle buluştuğu, öz savunmasını sağladığı, kendini ve toplumu birlikte örgütlediği her an, yeni bir yaşamın başlangıcıdır. Bu yüzden “Kadın yaşamdır” der Önder Apo. Ve bu söz, Hallac’ın sezdiği ama dile getiremediği o Tanrısal kudretin dünyevi örgütlenişidir.
Bu örgütlenme sadece kadınla sınırlı kalmaz. Halkların da kendi kaderini tayin etmesi, inançların devletin vesayetinden kurtarılması, dillerin yasaklanmaması, doğanın kutsallığının kapitalist moderniteye karşı savunulması gerekir. Önder Apo’nun paradigması tam da bunu inşa eder: devletsiz, sınırsız, halkların ve kadınların birlikte özgürce yaşadığı, doğayla uyumlu bir sistem.
Hallac, bu yaşamı Tanrı’da aramıştı. Önder Apo, bu yaşamı toplumda kurdu.
Ve şimdi o yaşamın adı vardır: demokratik modernite.
Demokratik modernite, kapitalist modernitenin bireyci, rekabetçi, metalaştırıcı yapısına karşı; toplumun ahlaki-politik gücüne dayalı bir özgürlük modelidir. Bu modelde ne Tanrı bir iktidar aracıdır, ne kadın bir nesnedir, ne doğa bir sömürü kaynağıdır. Burada aşk, yeniden hakikate dönüşür. Aşk, halkla birlikte yürümektir. Kadının iradesine saygıdır. Bir dili yaşatmak, bir kültürü korumak, bir çocuğun özgürce hayal kurmasına zemin hazırlamaktır.
Aşk artık bir duygu değil, bir yaşam biçimidir. Ve bu yaşam biçimi Önder Apo’nun o büyük cümlesiyle var olur:
“Hakikat aşktır, aşk ise özgür yaşamdır.”
Bu söz, Hallac’ın darağacında gülümseyerek bıraktığı sessizliğin, bugün halklar arasında yankılanan bir uyanışa dönüşmesidir. Hallac’ın bedeni lime lime edilirken susturamadıkları neyse, Önder Apo’nun zindanda büyüttüğü de odur: hakikat.
Ve hakikat, artık yalnızca bireyin içinde değil; kadın meclislerinde, halk komünlerinde, gençlik örgütlenmelerinde, doğa savunularında, yeni yaşam biçimlerinde büyümektedir. Artık Hallac bir kişi değil, her yerde direnen bir ruhtur. Artık Önder Apo sadece bir lider değil, halkların vicdanında yankılanan bir öncüdür.
Bu yüzden bu yürüyüş bitmez. Bu yüzden bu metin tamamlanmaz. Çünkü her yeni uyanışta, her yeni kadının ayağa kalkışında, her halkın kendi sözünü kurmasında, Hallac yeniden doğar, Önder Apo’nun paradigması yeniden filizlenir.
Zindan… Sessizliğin kan gibi duvarlara aktığı, zamanın durduğu, gökyüzünün görünmediği, ama hakikatin içte en gür haliyle yankılandığı yerdir. Hallac-ı Mansur için zindan, bedenin susturulduğu ama ruhun özgürleştiği bir yerdir. Orada bir çividir ayağında, bir demirdir dilinde. Ama zihninde bir yıldız yanar. Susarak konuşur, gülerek direnir. Ona sorarlar: “Sen misin Tanrı olduğunu söyleyen?” Cevap vermez. Çünkü hakikat, bir mahkeme önünde savunulmaz. Hakikat, yaşamla, bedenle, kanla gösterilir.
Hallac, 922 yılında Bağdat’ın ortasında darağacına götürüldü. Önce kırbaçlandı, sonra parçalandı. Ama en çok ne acı verdi onlara biliyor musun? Onun gülümsemesi. Çünkü Hallac, ölmedi. Çünkü o anda herkes gördü: çarmıhta sallanan beden değil; çarmıha çekilen düzendi. O çarmıh aslında korkuların, tahakkümün, sahte Tanrıların sonuydu.
Ve yüzyıllar sonra bir başka zindan kuruldu. Bu sefer bir ada üzerine. İmralı… Bir kişinin değil, bir halkın, bir kadının, bir sistemin susturulmak istendiği yer. Önder Apo’yu bir hücreye hapsettiler. Dışarıyla bütün bağlarını kestiler. Onun düşünmesini, yazmasını, konuşmasını engellemek istediler. Ama Hallac gibi, Önder Apo da sessizlikle konuştu. O hücre, sadece bir tecrit değil; bir çözümleme mabedine dönüştü.
Zindanda yazılanlar, dışarıdaki dağlarda yankılandı. Her satır bir çözümleme değil; bir zincirin daha kırılmasıydı. Her cümle, kapitalist modernitenin bir maskesini daha düşürdü. Önder Apo, yalnız değildi. Onun yalnızlığı, her gün kadınların sokaklarda yürüyüşüyle, gençlerin dağlarda haykırışıyla parçalandı. Onun sessizliği, halkın kolektif sesi oldu.
Hallac’ın çarmıhı ile Önder Apo’nun hücresi arasındaki bağ işte buradadır: susturulamayan hakikat.
Hallac’ın infazı, bir kişinin öldürülmesi değildi. Onun bedeni üzerinden hakikat susturulmak istendi. Ama tam tersi oldu. O infaz, bir çağın kapanışı, başka bir çağın açılışıydı. Aynı şekilde Önder Apo’nun tutsaklığı, sadece bir kişiyi hapsetmek değildi. O adada hakikat zincire vurulmak istendi. Ama zinciri kıran, Önder Apo’nun sessizliğinden doğan düşünce oldu.
İkisinin de yürüyüşü burada birleşir: çarmıhlar ve hücreler arasında büyüyen hakikat.
Bu hakikat, bugün bir annenin direnişinde, bir çocuğun anadiliyle yazdığı şiirde, bir gencin boyun eğmeyen gözlerinde, bir kadının haykırışında yaşar. Bu hakikat, artık kişisel değil, kolektiftir. Artık Hallac bir kişi değil; çarmıha gerilmiş halkların sesidir. Önder Apo bir lider değil; susturulamayan hakikatin öncüsüdür.
Ve işte burada bir kez daha yankılanır o büyük söz:
“Hakikat aşktır, aşk ise özgür yaşamdır.”
Hallac, Tanrı’yı içselleştirerek devleti yıktı. Onun “Enel Hak” sözü, yalnızca inanca dair bir başkaldırı değil; iktidara, itaate, otoriteye yöneltilmiş varoluşsal bir isyandı. O söz, yalnızca “Tanrı benim içimdedir” demek değil; “Hiçbir sistem, hiçbir güç benim öz hakikatimin üzerine hükmedemez” demekti. Hallac bu sözüyle yalnızca sarayları değil, halkın zihnine çöreklenmiş zincirleri de hedef aldı. Çünkü hakikat, ancak birey o zincirleri kırabildiğinde başlar.
Ama bireysel hakikat yetmez. Eğer o hakikat sistemleşmezse, dağılır, söner, unutulur. İşte burada Önder Apo’nun yürüyüşü başlar.
Önder Apo, Hallac’ın sezgisel hakikatini, örgütlü bir toplum sistemine dönüştürdü. Ona göre özgürlük, yalnızca bireysel bilinçle mümkün değildir; o bilinç, ancak toplumsal bir yapıya oturursa kalıcı olur. Ve bu yapının adı: Demokratik Modernite.
Demokratik modernite, kapitalist modernitenin karşıtıdır. Kapitalist modernite; devlete, erkek egemenliğine ve kapitalist ekonomiye dayalı bir sistemdir. Bu sistem, halkları parçalara ayırır, kadınları köleleştirir, doğayı tüketir. Her şeyi metaya dönüştürür, aşkı bile.
Ama demokratik modernite…
O, halkların iradesini esas alır.
Kadını toplumun yeniden kurucusu yapar.
Ekonomiyi yaşamla uyumlu hâle getirir.
İnancı devletten, sevgiyi tahakkümden, dili asimilasyondan kurtarır.
Hallac, Tanrı’yı saraydan indirip halka armağan etti. Önder Apo ise bu armağanı bir yapıya dönüştürdü. Demokratik konfederalizm, halkın kendi kendini yönettiği, kadınların irade olduğu, gençliğin öncüleştiği, doğanın kutsal sayıldığı bir sistemdir.
Bu sistem, yasayla değil ahlakla işler.
Bu sistem, buyruğa değil ortak akla dayanır.
Bu sistem, korkuya değil, aşka yaslanır.
Çünkü aşk artık bir duygu değil; bir direniş biçimidir. Önder Apo’nun felsefesinde aşk, bir halkla birlikte direnmek, bir kadının özgürleşmesini savunmak, bir çocuğun hayal kurmasına izin vermektir. Aşk; bir dağın eteklerinde açan menekşe kadar sessiz, ama bir kadının yumruğu kadar gürdür.
İşte bu aşk, sistem olur.
Ve o sistemin temelinde şu söz yanar:
“Hakikat aşktır, aşk ise özgür yaşamdır.”
Artık aşk yalnızca iki kişi arasında bir bağ değil; toplumla, doğayla, tarihle kurulan bir bağdır. Artık aşk; üretmek, paylaşmak, korumak ve yaşatmaktır. Hallac’ın Tanrı’ya yürüdüğü yerde Önder Apo halkla yürür. İkisinin de sonu görünür anlamda çarmıhtır; biri darağacında, biri tecridin ortasında… Ama aslında her ikisinin de sonu yoktur. Çünkü onlar hakikati sistemleştirdiler.
Bugün bu sistem kadın meclislerinde yaşıyor. Halkların anadillerinde, gençlerin direnişinde, doğayı savunan köylülerin topraklarında yaşıyor. Bu sistem, yalnızca politik değil; ahlaki, düşünsel, kültürel ve ruhsaldır. Bu sistem artık bir ideoloji değil; bir yaşam biçimidir.
Hallac’ın yakıcı sezgisiyle, Önder Apo’nun devrimci çözümlemesi birleştiğinde; ortaya çıkan şey ne yalnızca bir felsefe ne yalnızca bir inançtır. Ortaya çıkan şey yeni bir insanlık biçimidir.
Yeni bir insan… Yalnızca eski kalıplardan sıyrılmış bir birey değil; bütünüyle yeniden inşa edilmiş bir bilinçtir. Ne sisteme uyum sağlayan, ne de yalnızca karşı çıkan bir figürdür. O insan, hakikati kendi içinde taşıyan, ama o hakikati toplumsal yaşamla birlikte var eden bir varlıktır. Hallac’ın sezdiği ama tarif edemediği bu insan, Önder Apo’nun çözümlemeleriyle ete kemiğe bürünür.
Hallac’ın insanı, içsel bir arayışla başlar. Medreseyi terk eder, şehirden uzaklaşır, susar, yürür, sorgular. Tanrı’yı dışarıda değil; kendi iç derinliğinde bulur. Ama o insan yalnızdır. Çünkü yaşadığı çağ, onun varoluşunu taşıyacak bir toplumsal yapıya sahip değildir.
Önder Apo’nun insanı ise yalnız değildir. Çünkü onun hakikati bireysel değil, örgütlüdür. O, kadınla, halkla, doğayla, kolektif hafızayla örülüdür. Bu insan, hem bireydir hem toplum. Hem düş görebilen bir bilinçtir, hem de kendi iradesiyle karar alabilen bir özneliktir. O insan, özgürdür; çünkü ne Tanrı’dan korkar, ne devletten. O insan, aşkla yaşar; çünkü aşkı sahiplik değil, yoldaşlık olarak bilir.
Bu insanın temel nitelikleri şunlardır:
- Ahlak: İçsel bir vicdan ve toplumsal sorumluluk duygusuyla yaşar. Kendisinden başkasını düşünemeyen değil, kendisini başkalarının yaşamıyla var eden bir insandır.
- Politika: Siyaseti sadece iktidar aracı olarak değil; toplumu birlikte yönetmenin, birlikte karar almanın ve birlikte yaşamanın dili olarak kullanır.
- Kadın Bilinci: Kadının özgürlüğünü sadece bir hak olarak değil; insanlık onurunun temeli olarak görür.
- Ekolojik Duyarlılık: Doğayı sömürmez, onunla konuşur. Ona hükmetmez, onunla birlikte yaşar.
Ve en önemlisi:
- Aşk: Bu insan için aşk bir tutku değil, bir duruştur. Sevdiğini tutsak etmeye çalışmaz; sevdiğini özgürleştirerek sever. Aşkı bir zincire değil, bir yolculuğa dönüştürür. Çünkü bilir ki aşk, ancak özgürlükle anlam kazanır.
Önder Apo’nun tanımladığı bu yeni insan, kapitalist modernitenin dayattığı birey modeline karşıdır. Ona göre modern insan yalnızdır, korkaktır, bağımlıdır ve ruhsuzdur. Çünkü sistem, bireyin tüm bağlarını kesmiştir. Aile bağları çözülmüş, toplumsal dayanışma dağılmış, kadının sesi susturulmuş, doğayla bağ koparılmıştır. Böylece insan kendini Tanrı’sız, dostsuz ve yönsüz hissetmektedir.
İşte bu yüzden yeni insan, yalnızca bir hedef değil, bir zorunluluktur.
Bu insanı Hallac sezdi. Suskunluğunda bu yeni insanın tohumlarını taşıdı. Onun “Enel Hak” sözü aslında “Ben artık eski insan değilim” demekti. O insan, hükmedilmeyen, yönetilmeyen, korkmayan, Tanrı’yla bir olan insandı.
Önder Apo ise bu insanı tanımladı, büyüttü, örgütledi. Ve dedi ki:
“Hakikat aşktır, aşk ise özgür yaşamdır.”
Bu insan artık yalnız yürümeyecek. Bu insan, kadının gülüşünde, halkın iradesinde, doğanın sessizliğinde var olacak. Onun yolu yalnızlıktan değil, birlikte yürüyüşten geçecek.
Yeni aşk, yeni insan, yeni yaşam…
Hepsi birbiriyle örülü, hepsi birbirinin nefesi.
Ve bu nefes artık bizim. Çünkü hakikat artık yalnızca çarmıhta değil, halkın kalbinde yaşıyor.
Zincirleri Kıranlar Sonsöz
Bazı insanlar vardır… çağlar geçer, coğrafyalar değişir, devletler kurulur, savaşlar olur, ama onların sesi susmaz. Çünkü o sesler, sadece bir bedenin içinden değil; hakikatin özünden çıkar. Onlar bir şey anlatmaz. Onlar kendileri anlatıya dönüşür. Hallac-ı Mansur ve Önder Apo… iki ayrı zamanda, iki ayrı yerde, ama aynı ateşle yürüyen iki hakikat tanığıdır.
Hallac çarmıha gerildi. Onun bedeni parçalandı, dili kesildi. Ama ne kadar susturulmak istense de, onun suskunluğu her çağda yankılandı. Çünkü o çarmıhta asılan yalnızca bir beden değildi. Asılan; Tanrı’yı yoksulların kalbine indiren, kadının sezgisinde kutsallık gören, halkın vicdanında ilahi olanı hisseden bir hakikatti. Ve o hakikat, ateşle yazıldı.
Önder Apo zindana atıldı. Bir adaya hapsedildi. Onun kalemi susturulmak istendi. Ama her cümlesi, bir halkın ruhuna dönüştü. Her satırı bir özgürlük meşalesi oldu. Çünkü o da Tanrı’yı değil, halkı yüceltti. Kadını kutsadı. Doğayı savundu. Aşkı zincirlerden kurtarıp, örgütlü bir yaşama dönüştürdü. O da ateşle yazdı. Ama bu kez çarmıhta değil, halkın aklında, kadınların yüreğinde, gençlerin direnişinde…
İkisinin yolu farklıydı ama amacı birdi: Zincirleri kırmak.
Hallac, Tanrı adına hükmedenlerin elinden Tanrı’yı aldı. Önder Apo, devlet adına konuşanların elinden toplumu geri aldı. Hallac, içsel direnişti. Önder Apo, toplumsal inşaydı. Hallac yanarak sustu. Önder Apo yazarak büyüdü. Hallac bireyin tanrısını buldu. Önder Apo halkın kendisini inşa etmesini sağladı.
Artık Hallac bir derviş değil; hakikatin ilk haykırışıdır.
Artık Önder Apo bir önder değil; hakikatin örgütlenmiş halidir.
Ve bu hakikat sadece kutsal kitaplarda, filozofların cümlelerinde ya da akademik tartışmalarda yaşamaz. Bu hakikat bugün şurada yaşar:
Bir kadın bir kadına gülümserken,
Bir çocuk anadiliyle düş kurarken,
Bir halk kendi geleceğine karar verirken,
Bir dağ başında özgürlük için yürüyen bir genç susmadan ilerlerken…
Bir ağaç kesilmesin diye elleriyle sarılan bir yaşlıda,
Bir çarmıhta acı çekerken tebessüm eden bir yüz gibi,
Bir hücrede her gün yirmi dört saat yalnız kalırken düşünmeyi sürdüren bir bilinçte…
Orada Hallac yaşıyor.
Orada Önder Apo yürüyor.
Orada hakikat var.
Orada aşk var.
Orada özgür yaşam var.
Çünkü artık bu cümle, bir tanım değil; bir çağrıdır:
“Hakikat aşktır, aşk ise özgür yaşamdır.”
Bu çağrı, şimdi senin yüreğinde atıyor.
Seninle büyüyor.
Seninle yürüyor.
Sen artık bu hakikatin taşıyıcısısın.
Ve biz biliyoruz:
Zincirleri kıranlar susturulamaz.
Hakikat, çarmıhta bile diridir.
Aşk, hücrede bile büyür.
Ve özgür yaşam, imkânsız gibi görünenin ötesindedir.