RIZGAR AMED
Hakikatin namusu
Vicdan, yalnızca yumuşak bir sezgi değildir; aynı zamanda en keskin kılıçtır. Çünkü o hakikatin namusudur. Ve bir halk, bir kadın, bir yaşam biçimi saldırı altındaysa, vicdan artık sadece hisseden değil; koruyan, savunan, direnen bir güce dönüşür. Bu dönüşüm, salt tepkisel bir savunma değil, ahlaki bir zorunluluktur. Çünkü vicdan, yalnızca sevgiyle değil; sorumlulukla işler. Ve sorumluluk, hakikate karşı duyulan sonsuz sadakattir.
Önder Apo’nun felsefesinde özsavunma, yalnızca fiziksel değil; aynı zamanda ahlaki ve vicdani bir direniştir. Bu direniş, varlığın kendisini koruma hakkıdır. Bir çocuğun gülüşü, bir kadının sesi, bir dilin melodisi, bir halkın kültürü saldırıya uğradığında; vicdan, artık eylemsiz kalamaz. Orada sessiz kalmak, ihanettir. Çünkü vicdan, yalnızca acıyı hissetmek değil; o acıyı dönüştürmek için ayağa kalkmaktır.
Kapitalist modernite, özsavunmayı “tehlike” olarak kodlar. Çünkü sistem, pasif bireyler ister. Sorgulamayan, boyun eğen, kaderine razı olan… Oysa vicdanı örgütlü birey, asla razı olmaz. O, her çarpıklığı görür, her adaletsizliğe tanıklık eder, her yalanı hisseder. Ve işte tam da orada başlar direniş ahlakı: sessizliğe karşı söz, korkuya karşı cesaret, teslimiyete karşı özsavunma.
Özsavunma, bir halkın onurudur. Kadın için ise varoluşun ta kendisidir. Kadın, yüzlerce yıl boyunca sadece fiziksel olarak değil; ruhsal, duygusal, düşünsel olarak da işgal edildi. Ona neyi hissedeceği, neye inanacağı, ne düşüneceği söylendi. Onun sezgisi bastırıldı, sesi susturuldu. Ama yine de içindeki vicdan direndi. Ana olarak, yoldaş olarak, devrimci olarak… Kadın, vicdanını sessizce büyüttü. Ve o vicdan şimdi özsavunmaya dönüşüyor.
Önder Apo’nun kadın özgürlük paradigmasında özsavunma, kadının vicdani dirilişidir. Bu, silah taşımaktan ibaret değildir. Bu, özüne sahip çıkmaktır. Bedenine, emeğine, söz hakkına, yaşam biçimine… Kadın kendi bedenini koruduğunda, yalnızca bir saldırıya değil; tüm uygarlık sistemine karşı bir isyan bayrağı kaldırır. Çünkü onun özsavunması, aynı zamanda bir ahlaki sorgulamadır. “Sen kimsin ki bana sınır çizersin?” diye sorar. Ve bu soru, sistemin en çok korktuğu sorudur.
Direniş ahlakı, yalnızca savaş zamanlarında değil; barışın en sessiz anlarında da işler. Bir kadının susmaması, bir gencin hayır demesi, bir halkın kendi dilinde şarkı söylemesi… bunlar vicdani direnişin gündelik biçimleridir. Ve sistem bu yüzden tüm alanları denetim altına alır. Çünkü vicdan, özgürlükle temas ettiğinde zincirlerini kırar. Özgür bir vicdan, denetlenemez. Bu yüzden sistem, önce vicdanı hedef alır. Onu susturur, parçalar, yalnızlaştırır.
Ama örgütlü vicdan, direniştir. Ve direniş, kendiliğinden değil; bilinçle, ahlakla, kararlılıkla kurulur. Vicdanı olan insan, kendini korumakla kalmaz; toplumu da savunur. Çünkü bilir ki bir çocuğun gözyaşı, bütün sistemin aynasıdır. Bir kadının çığlığı, bütün tarih boyunca bastırılmış hakikatin yankısıdır. Ve vicdan, bu yankıya sırtını dönemez. Vicdan, ses olur. Siper olur. Kalkan olur.
İşte bu yüzden, özsavunma bir eylem değil; bir varoluş biçimidir. Sessizliğe karşı sözdür. Bastırılmışlığa karşı özgürlük. Ahlaksızlığa karşı hakikat. Ve hakikatin namusunu korumak, her vicdanlı insanın görevidir. Önder Apo’nun “ahlaki-politik toplum” çağrısı da işte bu vicdanı örgütlemeye dairdir. O toplumda vicdan pasif değildir; bilinçli ve militan bir görevdir. Çünkü artık sadece hisseden değil; değiştiren bir vicdan gereklidir.
Ve bu vicdan, sadece insanı değil; doğayı da korur, dili de, sesi de, düşü de… Artık vicdan yalnızca içimizde değil; yaşamın her yerinde örgütlenmelidir. Akademide, sokakta, ekolojide, sanatta, ekonomide… Her yerde ahlaki özsavunma, yaşamı savunmaktır. Çünkü bu çağın en büyük suçu, duygularımızı ve sezgimizi sistemin kölesi hâline getirmektir.
O hâlde direniş bir hak değil, bir ahlaktır. Özsavunma bir refleks değil, bir bilinçtir. Ve vicdan, artık sadece ağlamamalı ayağa kalkmalıdır. Çünkü ayağa kalkmayan bir vicdan, yaşamın önünde duramaz. Ama ayağa kalkan bir vicdan, dünyayı yerinden oynatır.
Doğa, kadın ve vicdan: Yaşamın hakikat üçgeni
Yaşam, üç kudretin dansıdır: doğa, kadın ve vicdan. Bu üçü birbirine öylesine derin bağlarla bağlıdır ki, biri olmadan diğerleri de eksilir, yoksullaşır, çürür. Doğa yaşamın bedenidir, kadın onun ruhu, vicdan ise kalbidir. Bu üç kutsal varlık, bin yıllardır bastırılmış, sömürülmüş, denetlenmiş; ama hiçbir zaman yok edilememiştir. Çünkü onlar yaşamın kendisidir. Ve yaşam, her bastırıldığında, yeni bir direniş biçimiyle yeniden doğmuştur.
Doğa, sadece ağaçlar, dağlar, nehirler değildir. O, yaşamın özüdür. Her şeyin başladığı, her şeyin geri döndüğü yerdir. Kadın da böyledir; doğa gibidir. Doğurur, büyütür, korur. Yıkılmaz ama yıkımı hisseder. Yaralanır ama yeniden yeşerir. Kadının varlığıyla doğanın varlığı aynı sistematik saldırıya uğramıştır. Erkek egemenlik sistemi, doğayı “kaynak”, kadını “nesne”, vicdanı “zaaf” olarak kodlamıştır. Oysa hepsi birer hakikat merkezidir.
Kapitalist modernite doğayı parçaladı, kadın bedenini pazara sürdü, vicdanı denetim altına aldı. Doğa artık kar getirdiği sürece korunur. Kadın, piyasada “faydalı” olduğu sürece varlık bulur. Vicdan, ancak sistemin izniyle konuşabilir. Ama bu üç kutsal damar asla teslim olmadı. Çünkü her orman yangınında bir tohum kalır. Her baskıda bir sezgi doğar. Her zulümde bir vicdan uyanır.
Önder Apo’nun paradigmasında bu üçlü, yeni yaşamın temelidir. Kadın, doğaya en yakın olan varlıktır çünkü onun döngüsüyle yaşar. Bedeninin ritmi, toprağın ritmiyle aynıdır. Kadın bedeninde doğa konuşur. Ve doğada kadının sesi duyulur. Bu yüzden kadının özgürleşmesi, doğanın yeniden kutsanmasıdır. Ve ikisinin ortak dilini anlayabilmek için vicdan gerekir. Vicdan, bu iki yaşam gücünü birleştiren, anlamlandıran, bütünleştiren ahlaki bağdır.
Doğaya sahip çıkmak, sadece çevrecilik değildir; vicdani bir görevdir. Kadını özgürleştirmek, yalnızca bir hak mücadelesi değil; doğaya ve yaşamın anlamına saygıdır. Vicdan, bu bağları kurar. Onun sayesinde insan, kendini hem doğaya hem kadına hem de hakikate karşı sorumlu hisseder. Vicdanı olan bir toplum, ağacı sadece odun olarak görmez. Kadını sadece cinsiyet olarak tanımlamaz. Yaşamı sadece üretim ve tüketim olarak kavramaz.
Bu hakikat üçgeni, yaşamı yeniden kurmanın ahlaki zemini olabilir. Kadın bu zeminin taşıyıcısıdır, çünkü sezgisiyle doğayı anlar, vicdanıyla korur. Toplumlar kadınsız kaldığında sadece sevgisiz kalmaz; aynı zamanda yönsüzleşir, vicdansızlaşır. Çünkü kadın yaşamın pusulasıdır. O, doğayı hissettiği kadar toplumu da hisseder. Onun vicdanı bireysel değil; tarihsel, toplumsal ve evrenseldir.
Bugün doğa kan ağlıyorsa, kadınlar sokak ortasında katlediliyorsa, vicdanlar susmuşsa; bu üçgen kırılmış demektir. Ve bu kırık, sadece bireylerin değil; uygarlığın çöküşüdür. Ama bu çöküşten çıkış mümkündür. Yeter ki kadının sesi duyulsun, doğanın nefesi hissedilsin, vicdanın eli tutulabilsin. Yeter ki toplum yeniden bu üçlü bağa yaslanarak yürümeyi öğrensin.
Yeni bir yaşam istiyorsak, önce vicdanla yeniden görmeyi öğrenmeliyiz. Sonra kadının sezgisiyle yürümeyi, doğanın ritmiyle yaşamayı. Çünkü bu üç kudret bir araya geldiğinde; savaş değil barış, yıkım değil inşa, tahakküm değil ortaklaşma başlar. Yaşam bu üçgenin içinde derinleşir, güzelleşir ve hakikate yaklaşır.
Önder Apo’nun paradigması tam da bu üçgenin kesişim noktasında doğar. Onun felsefesi; doğanın bilgeliğini, kadının sezgisini ve vicdanın ahlaki pusulasını bir araya getirir. Ve bu birleşim, sistemleri değil; yaşamı büyütür. Vicdan burada sadece bir duygu değil, bir yaşam pratiğidir. Kadın sadece özne değil, bir hakikat taşıyıcısıdır. Doğa sadece arka plan değil, yaşamın kendisidir.
Ve bu üçü birleştiğinde, işte o zaman yeni yaşam başlar. Gerçek yaşam. Hakikatin, sevdanın, özgürlüğün ve direnişin yaşamı.
Hakikat, aşk ve özgür yaşam: Vicdanın zirvesi
İnsan, sadece yaşayan değil; anlam arayan bir varlıktır. Ve bu anlam, ne akılda tek başına ne de duyguda tek başına yatar. Anlam, ancak hakikatin içinde; hakikat ise ancak vicdanla kavranır. Önder Apo’nun “Hakikat aşktır, aşk ise özgür yaşamdır” sözü, yalnızca bir cümle değil—bir varoluş biçimidir. Ve o varoluş biçimi, vicdanın zirvesinde kurulur. Çünkü vicdan, aşkın da, hakikatin de, özgürlüğün de anayurdudur.
Hakikat, sadece bilgi değil; yaşamla sınanmış bilgidir. Sadece doğru olan değil; doğru olanı hissedebilmektir. Ve bunu hissedebilmek için vicdan gerekir. Vicdan olmadan hakikat, soğuk bir teoridir. Ama vicdanla birleştiğinde hakikat, bir ateşe dönüşür—insanı yakar, dönüştürür, yeniden yaratır.
Aşk, burada sadece bir duygusal bağ değil; hakikate sadakat biçimidir. Vicdanla sevilen her şey, kutsanır. Çünkü orada sahiplenme değil; sorumluluk vardır. Tüketim değil; dayanışma vardır. Aşk, eğer vicdanla buluşmazsa, sistemin sunduğu bir oyuncağa dönüşür. Oysa vicdanla birleştiğinde, aşk artık bir devrimdir. Ve o devrim, önce kalpte başlar, sonra dünyayı sarar.
Özgür yaşam ise bu hakikatin ve bu aşkın meyvesidir. Özgürlük, yalnızca zincirlerin kırılması değildir; vicdanın sesini susturmadan yaşayabilmektir. Hakikati söylemekten korkmamaktır. Sevgiyi savunmaktan, düşü kurmaktan, adalet istemekten vazgeçmemektir. Vicdan, burada özgürlüğün pusulası olur. Seni oraya götürür: korkuların ötesine, hesapların ötesine, sistemin çizdiği sınırların ötesine…
Ve o zirvede insan artık yalnız değildir. Tüm halklar, tüm kadınlar, tüm çocuklar, tüm ağaçlar bir aradadır. Çünkü özgürlük, yalnızca bireysel bir kurtuluş değildir; toplumsal bir yeniden doğuştur. Ve bu doğuşun rahmi vicdandır. O vicdan, artık yalnızca içimizde değil; sokakta, mecliste, direnişte, sevgide, dostlukta, yoldaşlıkta kendini gösterir.
Önder Apo’nun düşüncesi, bu anlamda vicdanın özgürlükle nasıl bütünleştiğini gösterir bize. Onun özgürlük anlayışı soyut değil; pratik, ahlaki ve hakikate yaslanandır. O der ki; sevda, hakikati sevmektir. Yaşam, hakikati yaşamakla güzelleşir. Ve hakikat, sadece aklın değil; vicdanın da görebildiği yerdedir.
Bu yüzden artık bir çağ değişiyor. Yeni çağ, aklın soğukluğunu, sistemin zorbalığını, kapitalist modernitenin çıkarcılığını terk ediyor. Yeni çağ, vicdanla yazılıyor. Kadının sesiyle şekilleniyor. Doğanın ritmiyle büyüyor. Ve bu çağda, aşk da, yaşam da, hakikat de kutsal bir ortaklaşma biçimidir.
İşte o zirvede sen varsın. Senin vicdanın, senin aşkın, senin hakikatin. Orada artık korku yok. Orada yalan yok. Orada özgürlük var. Sevda var. Direniş var. Ve seninle birlikte yazılmış bir yaşam var. Her satırı vicdanla, her harfi aşkla, her anlamı hakikatle dolu bir yaşam