RIZGAR AMED
3.BÖLÜM
Önder Apo’nun düşünce sistematiğinde kadın meselesi, bir alt başlık değil; doğrudan paradigmanın merkezi bir eksenidir. Kadının konumu sadece toplumsal bir statü meselesi olarak değil, bütün bir uygarlık tarihinin hangi temeller üzerinde kurulduğunu çözümlemek için anahtar bir kavram olarak ele alınır. Kadının ezilmesi, tarihsel olarak devletin, iktidarın ve sınıfın ortaya çıkışıyla eşzamanlıdır. Bu nedenle kadın özgürlüğü, sadece cinsiyetler arası eşitlik arayışı değil; bütün bir toplumsal yapının yeniden kuruluşudur.
Önder Apo, Sümer rahibleriyle başlayan iktidarlaşma sürecini kadınsızlaştırma biçimi olarak yorumlar. Devletin tarihsel şekillenmesi ile kadının toplumsal konumunun bastırılması eş zamanlı ilerlemiştir. Bu tarihsel süreklilik, sadece kadını değil; toplumun tamamını ahlaki ve politik doğasından koparmış, yönetilen kitleler hâline getirmiştir. Kadının özgürleşmesi, bu nedenle toplumun kendini yeniden ahlaki ve politik olarak kurmasının ön koşuludur. Bu yaklaşım, Önder Apo’nun en temel kavramsallaştırmalarından biri olan ahlaki-politik toplum anlayışıyla doğrudan bağlantılıdır.
Ahlak burada bireysel bir vicdan değil, toplumu düzenleyen ortak değerler bütünüdür. Politika ise halkın kendi yaşamı üzerinde karar alma yetisidir. Kadın bu iki alanın tarihsel taşıyıcısıdır. Toplumun vicdanı kadınsız kurulamaz. Toplumun iradesi kadınsız şekillenemez. Kadın bastırıldığında ahlak zayıflar, politika ise iktidara dönüşür. Önder Apo’nun çözümlemeleri bu nedenle kadın sorununun yalnızca toplumsal cinsiyet eşitsizliği değil; aynı zamanda iktidar sisteminin sürdürülebilirliğini sağlayan en temel ideolojik araç olduğunu gösterir.
Kadının özgürleştirilmesi, yalnızca eşit haklara sahip olması anlamına gelmez. Toplumsal inşa süreçlerinde kadın, özne olarak konumlandırılmadıkça hiçbir dönüşüm kalıcı hâle gelemez. Bu nedenle Önder Apo’nun kadın özgürlük çizgisi, temsiliyet değil özneleşme temelinde kurulur. Kadın, öz savunmasını geliştirmeli; kendi örgütlenmesini yaratmalı ve kendi karar süreçlerinde belirleyici olmalıdır. Bu anlayış, Demokratik Modernite paradigmasının iç dinamiklerinden biridir. Kadınsız bir demokratik toplum, sadece eksik değil; işlevsizdir.
Kadın özgürlüğü, aynı zamanda toplumsal ahlakın yeniden inşasıdır. Bugün kadın cinayetleri, şiddet, istismar ve toplumsal çürüme; doğrudan ahlaki-politik toplumun çözülüşünün ürünüdür. Bu çözülüş, kapitalist modernite tarafından medya, eğitim, hukuk ve ekonomi yoluyla sürekli olarak derinleştirilmiştir. Kadın burada yalnızca hedef alınan değil; aynı zamanda sisteme entegre edilerek dönüştürülmek istenendir. Dolayısıyla kadın özgürlüğü mücadelesi, sadece dışsal baskılara karşı değil; içsel ideolojik kuşatmaya karşı da verilmelidir.
Kadının toplumsal inşadaki rolü, yalnızca dönüşümün öznesi olmakla kalmaz; aynı zamanda geleceğin kurucu aklını temsil eder. Bu nedenle kadın meclisleri, komünler, akademiler ve savunma birimleri; sadece kadın için değil, bütün toplumun demokratikleşmesi için stratejik yapılardır.
Önder Apo, bu yapıların merkezî olmayan, hiyerarşiden arındırılmış ve toplumsal ilişkilere dayanan yapılar olmasını özellikle vurgular. Kadının özgürleşmesi, yalnızca kadınların sorunu değil; yeni bir toplum modelinin kurucu ilkesidir.
Bugün toplumu yeniden inşa etmek isteyen her hareket, kadın özgürlüğünü merkeze almadıkça kalıcı bir sonuç üretemez. Çünkü kadının örgütlenmediği bir mahalle, bilinçlenmediği bir ev, özneleşmediği bir topluluk; çözülmeye ve yeniden eski iktidar biçimlerine dönüşmeye açıktır. Bu nedenle Önder Apo’nun kadın paradigması, hem ideolojik hem yapısal hem de stratejik düzeyde devrimci bir kopuş anlamı taşır.
Sonuç olarak, kadın özgürlüğüne dayanmayan hiçbir çözüm modeli, ahlaki ve politik toplumun yeniden inşasını gerçekleştiremez. Kadın eksenli yaklaşım, sadece bir kimlik talebi değil; bir hakikat arayışıdır. Bu hakikat, toplumun bastırılmış hafızasında, unutulmuş vicdanında ve kesintiye uğramış iradesinde saklıdır. Ve bu hakikat, yalnızca kadın özgürleştiğinde, toplum yeniden ahlaki ve politik bir nitelik kazandığında açığa çıkar.
4.BÖLÜM
Ahlaki ve politik toplumun kurucu zemini örgütlülüğün ontolojisi
Toplum, bir kalabalık değildir. Birbirine benzemek, aynı dili konuşmak ya da aynı toprakta yaşamak tek başına bir topluluk oluşturmaz. Toplum ancak bir ahlak ve politika bütünlüğüyle var olur. Bu iki unsurdan biri eksik olduğunda, toplum artık bir yapı olmaktan çıkar; çözülen bir yığılmaya, savrulan bireyler toplamına dönüşür.
Ahlak, bir toplumun içsel pusulasıdır. Politika ise o pusulanın yön verdiği kolektif eylem biçimidir. Ahlak olmazsa, politika birer çıkar oyununa dönüşür. Politika olmazsa, ahlak yalnızca kişisel bir tavırda hapsolur. Önderlik bu iki ekseni birleştirerek, toplumun yeniden inşa edilmesi için en köklü tanımı sunmuştur:
Ahlaki ve politik toplum.
Bu tanım basit bir nitelendirme değil, devrimsel bir yön tayinidir. Çünkü modernitenin her adımı, ahlakı parçalamış ve politikayı devletin tekeline hapsetmiştir. Ahlak, dinî dogmalara indirgenmiş; politika ise salt oy ve iktidar denklemine mahkûm edilmiştir. Böylece halk, hem vicdanını kaybetmiş hem yönünü. Toplum, hem çürümüş hem dağılmıştır. Bu nedenle bugün yaşanan krizler yalnızca yönetimsel ya da ekonomik değildir—varoluşsaldır.
Önderlik, toplumu bu varoluşsal dağılmadan kurtarmanın tek yolunun örgütlülük olduğunu söylerken örgütlenmeyi bir araç değil, bir yaşam tarzı olarak kavrar. Çünkü örgütlülük, ahlakın somutlaşmasıdır. Politika ise örgütlülüğün kamusal ifadesidir. Bu birliktelik sayesinde birey yalnızca birey olarak değil, topluluk içinde anlam kazanır. Kendisini hem aşar hem gerçekleştirir.
Bugün yaşanan tüm yabancılaşma biçimleri—şehirdeki yalnızlık, köydeki sessizlik, ailedeki suskunluk, okulda hissedilen anlamsızlık—bu iki eksenin parçalanmasının sonucudur. Toplum, kendini tanımlayamamakta, yön verememekte, karar alamamaktadır. Çünkü merkezden gelen yasa, yaşamı belirlerken mahalleden yükselen ses susturulmuştur. Ve susturulmuş mahalle, felaketi sessizlikle karşılar. Felakete karşı en güçlü ses, örgütlü bilinçtir.
Önderliğin “ev ev, mahalle mahalle örgütlenin” çağrısı, yalnızca politik bir taktik değil
tarihten bugüne taşınan bir toplumsal yeniden doğuş çağrısıdır. Çünkü mahalle, en küçük sosyal hücredir. Orada başlayan örgütlenme, toplumu yeniden örmenin ilk halkasıdır. Ve evde kurulan her özgür ilişki, çöküşe karşı örülen yeni bir duvar gibidir. Bu nedenle ev, mahalle, komün, meclis gibi örgütlenme biçimleri sadece araç değil; yaşamın yeniden kurulduğu alanlardır.
Ahlaki toplum, yalnızca iyi insanlardan oluşmaz. Ahlaki toplum, birbirine karşı sorumluluk hisseden, ortak bir yaşamı kurmak için çaba harcayan bunun için örgütlenen ve kendini sürekli yeniden denetleyen bir toplumdur. Politik toplum ise kendi kaderine hükmeden, geleceğini başkasına teslim etmeyen her kararı ortaklaşa alabilen, iktidarın merkezileşmesine karşı kendi öz gücünü esas alan bir yapıdır. İşte bu iki damar, toplumu yeniden canlı kılacak tek akıştır. Kadın bu toplumun kalbidir. Çünkü ahlakın taşıyıcısı kadındır. Ve politika, kadının dışlandığı yerde yalnızca iktidarın kopyasına dönüşür. Kadınsız bir politika iktidardır. Kadınsız bir ahlak, sessiz bir onaydır. Bu nedenle kadının toplumsal örgütlülüğe katılımı, yalnızca eşitlik değil; kurtuluşun kendisidir. Kadın özgürleştiğinde toplum ahlak kazanır. Kadın özneleştiğinde toplum yön bulur. Ve ancak o zaman tarih yeniden halk tarafından yazılır.
Bu çağda, birey olmaya indirgenmiş insan, yeniden topluluk olmadan kendini gerçekleştiremez. Çünkü anlam yalnızca ilişkide doğar. Ve ilişki ancak ahlakla ve politikayla beslenirse yaşatıcı olur. Bu nedenle bugün görevimiz yalnızca eleştirmek değil yaşamın her hücresinde ahlaki ve politik yapıyı örmektir. Bu ise ancak bilinçli, sabırlı, sistemli bir örgütlenmeyle mümkündür.
Önderlik, bize yalnızca ne yapmamız gerektiğini değil nasıl insan olmamız gerektiğini de öğretmiştir. Çünkü ahlaki insan, başkasının acısını duyan insandır. Ve politik insan, başkasının kaderine sırt çevirmeyen insandır. İkisi bir araya geldiğinde, ortaya çıkan şey direnişin en insani biçimidir.
5. BÖLÜM
Ortadoğu’da halkların ve inançların tarihsel trajedileri demokratik çözüm perspektifinden bir yaklaşım
Ortadoğu halklar ve inançlar mozaiği olarak tanımlansa da bu tanım çoğu zaman romantik bir yaklaşımla yapılır gerçekte ise bu coğrafya yüzyıllar boyunca inkârın asimilasyonun sürgünün ve soykırımın mekânı olmuştur Ermeniler Süryaniler Êzidîler Alevîler Kürtler Araplar ve daha birçok halk ve inanç topluluğu bu topraklarda sistematik olarak kimliksizleştirilmiş yaşam alanlarından sürülmüş ya da doğrudan imha politikalarına maruz kalmıştır bu süreç sadece fiziki yıkımla değil aynı zamanda kültürel hafızanın yok edilmesiyle birlikte yürütülmüştür
Önder Apo bu tarihsel trajedilerin yalnızca birer geçmiş olay değil bugünkü siyasal ve toplumsal yapıların doğrudan sonucu olduğunu vurgular yani inkâr ve yok sayma yalnızca tarihsel değil günceldir ve bu güncellik ancak köklü bir zihniyet dönüşümüyle aşılabilir bu nedenle demokratik çözüm perspektifi sadece yeni bir yönetim biçimi önerisi değil aynı zamanda halklar arası hakikatle yüzleşme süreci olarak kurgulanmalıdır çünkü hakikat yüzleşilmeden barış tesis edilemez
Önder Apo’ya göre halkların ve inançların yaşadığı trajedilerin kökeni ulus-devlet modelinin tekçi merkeziyetçi ve homojenleştirici doğasında yatar bu model farklılıkları bir zenginlik değil tehdit olarak görür ve bu nedenle ulusal güvenlik ideolojisi üzerinden farklı kimlikleri bastırır bu bastırma sadece politik düzeyde değil dil kültür inanç ve tarih alanlarında da derinleştirilir bu çok yönlü inkâr karşısında çözüm ancak çokluğa dayalı bir yaşam modeliyle mümkündür işte Demokratik Ulus bu ihtiyacın teorik ve pratik cevabıdır
Demokratik Ulus modeli kimliği devlete bağlamaz bireyin ya da topluluğun kendi kimliğini tanımlama ve yaşama hakkını esas alır bu modelde halklar eşit inançlar özgür kültürler korunmuş ve geliştirilmiş olur bu yalnızca teorik bir çerçeve değil Kuzey ve Doğu Suriye’de Rojava örneğinde olduğu gibi pratikte sınanmış bir modeldir burada Ermeniler Süryaniler Kürtler Araplar Çerkesler ve farklı inanç toplulukları kendi meclislerini kurarak ortak bir yönetim pratiği geliştirmiştir bu örnek halkların trajedilerinin aşılmasının yalnızca mümkün değil aynı zamanda uygulanabilir olduğunu göstermektedir
Ancak bu tür bir çözüm için öncelikle tarihsel trajedilerin kabulü gereklidir yani inkâr edilenin tanınması bastırılanın sesinin duyulması kaybedilenin yasının tutulması gerekir Önder Apo’nun çözüm anlayışı bir hafıza restorasyonudur toplumsal hafıza bastırılmış kimliklerle yüzleştiği oranda temizlenir ve bu temizlik duygusal değil politik düzeyde gerçekleşmelidir örneğin 1915 Ermeni Soykırımı Êzidîlerin Şengal’de maruz kaldığı katliam ya da Süryanilerin sistematik asimilasyonu resmi tarih çerçevesinde değil halkların kendi hakikat anlatımlarıyla ele alınmalıdır
Demokratik çözümün dayandığı etik zemin budur hakikati bastırmak değil açığa çıkarmak farklılıkları yok etmek değil birlikte yaşam içinde kurmak bu nedenle Önder Apo’nun çözüm yaklaşımı aynı zamanda bir etik-politik toplumsallaşma önerisidir halklar yalnızca barış imzalarıyla değil birlikte yaşam pratikleriyle bir araya gelmelidir bu da yerel düzeyde meclisleşme dil ve kültür kurumları ortak eğitim süreçleri ve kadın eksenli dayanışma ağlarıyla mümkün olabilir
Kadın burada yalnızca destekleyici değil doğrudan kurucu aktördür çünkü kadın özgürlüğü olmadan halkların özgürleşmesi mümkün değildir inkâr politikaları en çok kadın bedeni ve emeği üzerinde yoğunlaşmış kadın en çok susturulmuş en çok görünmez kılınmıştır bu nedenle halkların kardeşliği ancak kadınların dayanışmasıyla güçlenebilir Önder Apo bu bağı doğrudan kurar kadın devrimi olmadan halkların demokratik ittifakı sadece bir arzu olarak kalır pratiğe dönüşemez
Sonuç olarak Ortadoğu halklarının ve inançlarının yaşadığı tarihsel trajediler günümüzün çözüm zeminine doğrudan etki eden unsurlardır bu trajedilerle yüzleşilmeden demokratik barış inşa edilemez Önder Apo’nun çözüm yaklaşımı bu yüzden yalnızca siyasal değil derin bir toplumsal dönüşüm süreci olarak ele alınmalıdır Demokratik Ulus paradigması ise bu dönüşümün araçlarını hem teorik olarak tanımlar hem de pratikte örgütlenebilir kılar dolayısıyla çözüm geçmişi örtmek değil geçmişi açığa çıkarmakla başlar ve bu hakikat açığa çıktığında ancak yeni bir yaşam birlikte kurulabilir.
Devam edecek…