RIZGAR AMED
Sanatın muhalif ve birleştirici gücünü kuşanarak toplumsal vicdana seslenen Sırrı Süreyya Önder için, siyaset arenasına adım atmak, mücadelesini farklı bir boyuta taşımak, halkının sesini daha gür bir şekilde duyurmak anlamına geliyordu. Onun için siyaset, kişisel bir ikbal arayışı ya da güç mücadelesi değildi; tam aksine, barışa, demokrasiye, adalete ve halkların kardeşliğine adanmış bir ömrün, daha örgütlü ve daha etkili bir mücadele biçimiydi. Zindanlarda yoğrulan ruhu, sanatla incelen vicdanı, onu kaçınılmaz olarak siyasetin o çetin ama bir o kadar da gerekli meydanına çağırıyordu. Çünkü bilirdi ki, toplumsal dönüşüm, sadece bireysel çabalarla değil, aynı zamanda kolektif bir iradeyle, örgütlü bir mücadeleyle mümkündü.
2011 yılında, Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’ndan gelen davetle İstanbul milletvekili adayı olması, onun siyasi kariyerindeki önemli bir dönemeçti. Bu karar, uzun bir iç muhasebenin, yoldaşlarıyla yaptığı istişarelerin ve en önemlisi, halkına karşı duyduğu sorumluluk bilincinin bir sonucuydu. Seçildiğinde, Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) saflarında Meclis’e girdi. O, artık sadece bir sanatçı, bir yazar değil, aynı zamanda milyonların iradesini temsil eden bir halk vekiliydi. Meclis kürsüsü, onun için yeni bir sahne, yeni bir ifade alanıydı. Ama bu sahne, sinema setlerinden ya da gazete köşelerinden çok daha farklıydı; burada, ülkenin kaderini etkileyen kararlar alınıyor, yasalar yapılıyor, iktidarlar denetleniyordu. Sırrı Süreyya, bu yeni rolüne kısa sürede adapte oldu. O, alışılagelmiş, kravatlı, mesafeli siyasetçi profilinin çok dışındaydı. Meclis’teki konuşmaları, kendine has üslubuyla, nüktedanlığıyla, samimiyetiyle ve en önemlisi, halkın dilini kullanmasıyla dikkat çekiyordu. Kimi zaman esprili bir dille eleştiriyor, kimi zaman sert bir şekilde hesap soruyor, ama her zaman ilkeli, cesur ve halktan yana bir duruş sergiliyordu. Onun konuşmaları, sadece Meclis tutanaklarına değil, aynı zamanda halkın hafızasına da kazınıyordu.
Siyasi mücadelesi, BDP’nin ardından Halkların Demokratik Partisi (HDP) ve son olarak Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) çatısı altında devam etti. Bu partiler, Türkiye’deki farklı etnik, kültürel ve siyasi kesimleri bir araya getirmeyi, çoğulcu ve demokratik bir Türkiye idealini hayata geçirmeyi hedefliyordu. Sırrı Süreyya, bu çoğulcu yapının en önemli bileşenlerinden, en etkili seslerinden biriydi. HDP’de eş genel başkan yardımcılığı gibi önemli görevler üstlendi. Onun varlığı, bu partilere sadece entelektüel bir birikim ve sanatsal bir derinlik katmakla kalmıyor, aynı zamanda farklı kesimler arasında köprüler kurulmasına, önyargıların kırılmasına da yardımcı oluyordu. O, “Kürtler arasındaki bir Türk” olarak, Türkler ve Kürtler başta olmak üzere, bu topraklarda yaşayan tüm halkların kardeşçe bir arada yaşayabileceğine dair sarsılmaz bir inanca sahipti ve bu inancını her platformda dile getiriyordu.
2013 yılı, Türkiye’nin yakın tarihinde bir başka önemli kırılma noktasına sahne oldu: Gezi Parkı direnişi. İstanbul Taksim’deki küçücük bir yeşil alanın korunması için başlayan masum bir çevre eylemi, kısa sürede tüm ülkeye yayılan, milyonların katıldığı, özgürlük, adalet ve demokrasi taleplerinin haykırıldığı bir halk hareketine dönüştü. Sırrı Süreyya Önder, bu direnişin en ön saflarında yer alan ilk milletvekillerindendi. Gezi Parkı’na giren iş makinelerinin önüne dikilerek söylediği “Ben ağaçların da vekiliyim” sözü, direnişin sembol sloganlarından biri oldu. O, sadece insanların değil, doğanın da, ağaçların da, yaşamın her türlüsünün de vekili olduğunu haykırıyordu. Bu duruşuyla, sadece çevrecilerin değil, tüm vicdan sahibi insanların takdirini kazandı. Gezi direnişi boyunca, polisin orantısız şiddetine maruz kaldı, biber gazı kapsülüyle yaralandı, ama bir an bile geri adım atmadı. Barışçıl direnişin, sivil itaatsizliğin en güzel örneklerinden birini sergiledi.
Hayatı boyunca, barış, demokrasi, insan hakları ve halkların kardeşliği için verdiği mücadele, sadece Meclis kürsüsüyle ya da Gezi Parkı’yla sınırlı kalmadı.
O, her zaman, her yerde, mazlumun yanında, zalimin karşısındaydı. Cezaevlerindeki hak ihlallerine karşı sesini yükseltti, faili meçhul cinayetlerin aydınlatılması için çaba gösterdi, düşünce ve ifade özgürlüğünün savunucusu oldu. TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu’ndaki çalışmaları sırasında, yıllar önce Mamak Cezaevi’nde kendisine işkence yapan dönemin cezaevi müdürü Raci Tetik’le yüzleşmesi, onun adalet arayışının ve cesaretinin ne denli büyük olduğunu bir kez daha gösterdi. O, kişisel kin ve intikam duygularıyla değil, tarihle yüzleşme, geçmişin karanlık sayfalarını aydınlatma ve bir daha benzer acıların yaşanmaması için mücadele etme bilinciyle hareket ediyordu.
Elbette bu kutlu yolculuk, dikensiz gül bahçesi değildi. Sırrı Süreyya Önder, barışa ve demokrasiye olan sarsılmaz bağlılığı nedeniyle, sık sık baskılara, tehditlere, soruşturmalara ve davalara maruz kaldı. Konuşmaları nedeniyle hakkında defalarca fezlekeler düzenlendi, dokunulmazlığının kaldırılması istendi, yargılandı ve hapis cezalarına çarptırıldı. Ancak o, tüm bu baskılar karşısında bir an bile eğilmedi, bükülmedi. İnandığı değerlerden, savunduğu ilkelerden asla taviz vermedi. Onun için önemli olan, kişisel bedeller ödemek değil, halkına ve vicdanına karşı dürüst kalmaktı. O, Önder Apo’nun da dediği gibi, “onurlu bir barışın” ancak onurlu bir mücadeleyle kazanılabileceğine inanıyordu. Ve bu onurlu mücadeleyi, son nefesine kadar sürdürmeye kararlıydı. Siyaset arenasında bir vicdan olarak, Anadolu’nun barışa olan hasretinin sesi olmaya devam edecekti.
İmralı köprüsü: Önder Apo ile tarihi diyalog, stratejik rol ve “Emanet”
Türkiye’nin yakın siyasi tarihinde, Kürt meselesinin çözümüne yönelik arayışlar içerisinde şüphesiz en kritik ve karmaşık süreçlerden biri, kamuoyunda “Çözüm Süreci” olarak bilinen dönemdir. Bu dönemin merkezinde yer alan aktörlerden biri de, entelektüel birikimi, sanatçı kimliği ve siyasi duruşuyla Sırrı Süreyya Önder olmuştur. Önder’in bu süreçteki rolü, sadece bir arabulucu veya mesaj taşıyıcılığının çok ötesinde, Önder Apo ile kurduğu derin ve stratejik bir yoldaşlık ilişkisiyle şekillenmiştir. Bu bölüm, Sırrı Süreyya Önder’in İmralı heyetlerindeki yerini, Önder Apo ile olan etkileşimlerini – 1976’daki ilk karşılaşmalarından başlayarak İmralı’daki tarihi diyaloglara ve Önder Apo’nun ona atfettiği “emanet” rolüne kadar – akıcı bir anlatımla ele almayı amaçlamaktadır.
Yıllar sonra yeniden karşılaşma ve güvenin inşası: Adıyaman’dan İmralı’ya uzanan bir bağ
Sırrı Süreyya Önder’in Önder Apo ile ilk teması, henüz 14 yaşında bir lise öğrencisiyken, 1976 yılında Adıyaman’da gerçekleşmişti. Yazar Müslüm Yüce’nin “Amara’dan İmralı’ya Abdullah Öcalan” kitabında aktardığına göre, Önder Apo’nun (o dönem 28 yaşında) Adıyaman ziyareti sırasında genç Sırrı Süreyya, Önder Apo’yu karşılayanlar arasında yer almış ve ona kentte eşlik etmişti. Bu erken ve tesadüfi karşılaşmanın ardından, iki ismin yolları ancak 35 yıl sonra, 23 Şubat 2013’de, Sırrı Süreyya Önder’in de içinde bulunduğu heyetin İmralı Adası’na yaptığı ziyaretle yeniden kesişecekti.
Bu uzun aradan sonra gerçekleşen görüşmeler, özellikle Çözüm Süreci’nin başlamasıyla birlikte, aralarında derin bir güven ilişkisinin ve stratejik bir yoldaşlığın tesis edilmesine zemin hazırlamıştır. İmralı Heyeti’nin bir üyesi olarak Önder, Önder Apo ile düzenli ve kapsamlı görüşmeler yapma imkânı bulmuş, bu görüşmelerde sadece güncel politik gelişmeler değil, aynı zamanda tarihsel, felsefi ve kültürel konular da ele alınmıştır. Bu entelektüel alışveriş, aralarındaki saygıyı ve anlayışı pekiştirmiştir.
Önder Apo’nun Sırrı Süreyya Önder’e duyduğu güven ve verdiği değer, çeşitli vesilelerle yaptığı açıklamalarda ve gönderdiği mesajlarda açıkça görülmektedir. Önder Apo, Önder’i “çok değerli bir insan, halkların gerçek bir evladı” ve “gerçek bir barış kimliği ve barış kültürü” olarak tanımlamıştır.
Özellikle Önder’in Türkmen kimliğine ve “Baba İshak geleneğini” temsil ettiğine yaptığı vurgu, Önder Apo’nun Önder’i sadece bir siyasetçi olarak değil, Anadolu’nun kadim barış ve birlikte yaşama kültürünün bir taşıyıcısı olarak gördüğünü ortaya koymaktadır. Bu yaklaşım, Önder’in Türk kamuoyunda ve farklı siyasi çevrelerde kabul görmesi açısından stratejik bir önem taşımıştır.
Çözüm sürecinin mimarlarından: İmralı Heyetlerindeki kritik rol ve “Babanın Emaneti”
Sırrı Süreyya Önder, 2013 yılında başlayan Çözüm Süreci’nde, Halkların Demokratik Partisi (HDP) tarafından oluşturulan İmralı Heyeti’nin en aktif ve görünür üyelerinden biri olmuştur. Pervin Buldan ve İdris Baluken gibi isimlerle birlikte defalarca İmralı Adası’na giderek Önder Apo ile görüşmüş, bu görüşmelerin sonuçlarını hem devlet yetkililerine hem de kamuoyuna aktarmıştır.
Önder’in heyetteki rolü, salt bir mesaj taşıyıcılığının çok ötesindeydi. O, aynı zamanda sürecin felsefi ve stratejik boyutlarının şekillenmesine de katkı sunan bir entelektüel aktördü. Önder Apo’nun barış paradigmasını, demokratik çözüm önerilerini ve yol haritasını kamuoyuna anlatmada kilit bir rol oynamıştır. Özellikle Önder Apo’nun tarihi Newroz mesajlarının (2013,) Amed Newroz’unda milyonlara okunmasında Sırrı Süreyya Önder’in etkileyici hitabeti, edebi dili ve samimi duruşu, mesajların geniş kitleler tarafından benimsenmesinde ve sürecin toplumsallaşmasında kritik bir faktör olmuştur.
Bu ilişkinin derinliğini ve Önder Apo’nun Önder’e atfettiği özel konumu gösteren en çarpıcı ifadelerden biri, “İmralı Notları” arasında yer alan bir diyalogda ortaya çıkmıştır. Sırrı Süreyya Önder’in bir görüşme sırasında Önder Apo’ya hitaben “Olur mu Başkanım? Siz söylediniz ya, benim babam sizsiniz, ben kendimi yetim saymıyorum” demesi üzerine Önder Apo’nun verdiği yanıt, bu bağın tarihsel köklerine ve manevi boyutuna işaret etmektedir:
Önder Apo: (Çok güldü) Ben senin siyaseten babanım, sen bana siyaseten Adıyaman’daki o değerli emekçi İl Başkanının (Ziya Önder) emanetisin. Bizim de bir sol geleneğimiz var, emek geleneğimiz var, buna sahip çıkıyoruz.
Bu diyalog, Önder Apo’nun Sırrı Süreyya Önder’i, babası Ziya Önder’in TİP Adıyaman İl Başkanlığı döneminden gelen bir mirasın, bir “emanetin” taşıyıcısı olarak gördüğünü açıkça ortaya koymaktadır. Bu ifade, sadece kişisel bir yakınlığın değil, aynı zamanda kuşaklar arası bir mücadele devamlılığının ve sol-sosyalist geleneğe duyulan saygının da bir ifadesidir. Önder Apo’nun bu sözleri, Sırrı Süreyya Önder’e duyduğu güvenin ve ona yüklediği misyonun ne denli köklü ve anlamlı olduğunu göstermektedir. Bu “emanet” vurgusu, Önder Apo ile Sırrı Süreyya Önder arasındaki ilişkinin sadece politik bir ittifak olmadığını, aynı zamanda derin bir insani, tarihi ve manevi boyutu olduğunu ortaya koyar. Barış sürecindeki zorlu müzakerelerde ve kritik karar anlarında bu karşılıklı güven ve anlayış, Sırrı Süreyya Önder’in arabuluculuk ve köprü kurma rolünü daha da anlamlı kılmıştır. Ziya Önder’in başlattığı veya içinde yer aldığı toplumsal adalet ve eşitlik mücadelesinin, oğlu Sırrı Süreyya Önder tarafından devam ettirildiğine bir işarettir. Önder Apo, bu sözle, Sırrı Süreyya’nın babasının mirasını taşıdığını ve bu mirasın kendileri için de değerli olduğunu vurgular. Sol ve devrimci gelenekte yoldaşlık ve vefa kavramları önemlidir. Ziya Önder’in mücadelesine duyulan saygının bir ifadesi olarak, oğlunun da bu mücadele çizgisinde değerli bir yoldaş olarak görüldüğünü belirtir. “Emanet” kavramı, büyük bir güveni ve o güvene layık olma sorumluluğunu içerir. Önder Apo, Sırrı Süreyya Önder’e duyduğu derin güveni ve ona barış sürecinde biçtiği kritik rolü bu ifadeyle pekiştirmiş olabilir. Sırrı Süreyya’nın, babasından devraldığı dürüstlük, adanmışlık ve halk sevgisiyle bu emanete sahip çıkacağına olan inancını gösterir. Bu tür ifadeler, Anadolu kültüründe derin kökleri olan, kişisel ilişkilerin ve toplumsal bağların önemini vurgulayan bir bilgelik taşır.
Önder Apo’nun, Sırrı Süreyya Önder’in şahsında Anadolu’nun bu kadim değerlerini ve halkla olan güçlü bağlarını gördüğünü ifade eder.
Önder Apo’nun Sırrı Süreyya Önder’e biçtiği rol, onu sürecin sadece bir uygulayıcısı değil, aynı zamanda bir düşünce ortağı ve stratejik bir müttefik olarak gördüğünü de düşündürmektedir. Önder Apo’nun vefatı üzerine gönderdiği taziye mesajında yer alan, “27 Şubat’ta, son görüşmemizde yapacağımız çağrıya eklediğimiz son cümleyi elleriyle not almıştı ve bizzat okumak istemişti” ifadesi, bu ortaklığın ve Önder’in süreçteki aktif inisiyatifinin somut bir örneğidir. Bu, Önder’in sadece kendisine verilen metinleri okuyan bir figür olmadığını, aynı zamanda mesajların içeriğine ve sunumuna dair Önder Apo ile derinlemesine fikir alışverişinde bulunduğunu göstermektedir.
Devam edecek…