Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Ağustos 1985 tarihli değerlendirmesinden alınmıştır.
Partimizin silahlı direnişinin 8. yılı ve bunun üst bir evreye sıçratılmış biçimi olan 15 Ağustos Atılımı’nın 1. yılını geride bırakmış bulunuyoruz. Tarihsel ve güncel somut gerçeklerimiz, bu süreçte ileriye yönelik yaşanması gereken düşünce ve eylem ile aşılması gereken, çürüyen yapıların ne olduğunu, her zamankinden daha parlak bir biçimde ortaya koymaktadır. Salt bir silahlı direniş olmaktan da öteye, çok çeşitli özelliklere sahip olan bu tarihsel atılımın, gerek geçmişin aydınlatılması ve gerekse daha da önemli olarak, önümüzdeki dönemin devrimci kazanımlarının neler olabileceğinin hesaplanması açısından, derinliğine kavranmasında hayati önemi vardır. Gelişmenin altındaki doğru düşünce kadar, onun ruhunu ve bu ruhun biçimlenmesi için adeta çıplak yüreğini ortaya koyarcasına sergilenen eşine ender rastlanır direnişçiliğinin de öğreteceği çok şey vardır.
Hemen belirtmek gerekir ki, direnişin herhangi bir sömürgeciliğe karşı değil, insanlık tarihinin tanıdığı en barbar ve günümüzde faşist baskı ve sömürüyü en çok geliştiren, çağdışı ve çağdışı olduğu kadar da, kendini en ince yöntemlerle gizleyen bir egemen sınıfa, emperyalizmin en tehlikeli bir işbirçikçisine karşı, kendi öz tarihinden ve çağdaş insanlık gelişiminden uzak bırakılmış, unutulmuş bir halk olan Kürt halkı adına verildiği asla unutulmamalıdır. İşte bu gerçek beyinlerimize kazınırcasına kavranır ve sürekli yoğun bir tarzda dile getirilirse, atılımın önemi ancak o zaman ortaya çıkabilecektir.
15 Ağustos yalnızca halkımızın değil tüm ilerici insanlığın yüreklerini ısıtan bir eylem olmuştur
15 Ağustos Atılımı, yalnızca Partimiz ve halkımız açısından tarihsel bir rol oynamakla sınırlı kalan bir eylem değildir. O, başta Türk sömürgeciliği olmak üzere, bütün bir kapitalist-emperyalist düzenin temsilcilerini sarsmış ve onları telaşa boğan bir yangının alevlerini tutuşturmuştur. Bu yangın yalnızca bulunduğu yeri sarmakla kalmamış, alevlerinin sıcaklığı Kürdistan, Türkiye ve Ortadoğu halkları başta olmak üzere, ilerici dünya halklarının yüreklerini ısıtırken, sömürgeciler ve her türden işbirlikçi ve uşaklarına ise terler döktürmüştür. Bu atılımın yarattığı yeni gelişmeler karşısında, çeşitli güçler mevcut politikalarını gözden geçirmek, yeni çözümler ve arayışlara girmek zorunda kalmışlardır. Bu eylemlerin yarattığı çok yönlü etkileri kavrayabilmek ve sonuçlarını değerlendirebilmek için, onun ortaya çıktığı ortamın ve dönemin özelliklerine bakmak, bu eylemler karşısında çeşitli güçlerin içine girdikleri tutumları incelemek gerekmektedir. Bu yapıldığında ancak onun tarihe damgasını vuran karakteri ve rolü anlaşılabilecektir.
15 Ağustos Atılımı; Türk sömürgecilerinin devlet yapısı içerisinde faşist kurumlaşmayı önemli oranda sağladığı ve bu faşist özü gizleyecek biçim değişikliklerine gitmek amacıyla planlar oluşturduğu bir dönemde gerçekleştirildi. 12 Eylül darbesinin adından, hızla sürdürülen çalışmalarla dörtbaşı mağrur bir faşist düzen tüm topluma egemen kılın
mıştır. Ancak içte ve dışta yönelecek muhalefeti etkisizleştirmek için, uygulamaların göz boyayıcı bir tarzda yürütülmesi gerekmektedir. Bu amaçla ‘Demokrasiye dönüş’ aldatmacasına başvurulur, düzenin fideliğinde oluşturulmuş partilerle, seçimlere gidilir. Türkiye’nin belli şehirlerinden başlayarak, sıkıyönetim görünüşte kaldırılmaya başlanır. Yapılan planlar gereği muhalefet etkisiz kılınmış olduğundan, 83’le birlikte ‘ülkede demokrasi tesis edilecektir.’ Cunta azgınca saldırılarında olduğu gibi, bu göz boyama faaliyetinde de gerek içte gerekse dıştaki dayanaklarından tam destek almaktadır. Böylece iktidarını sağlama bağlama çabası içindedir.
Faşist cuntaya hazırlıksız yakalanan sol hareket ise, geçmiş hatalarının bölünmüşlüğünün kefaretini çok ağır bir tarzda ödemiş; yalnızca darbeler altında ezilmekle de kalmayarak, soylu davasına sahip çıkamaz hale getirilmiştir. Tutuklananlar dışında kalan kesim, örgütsüz bir tarzda çıktığı Avrupa’da tasfiye ile yüzyüze bırakılarak teslim alınmıştır. Tasfiyeciliğin çemberinden bir türlü çıkamayan sol hareketler, yalnızca kendi kendilerini tüketmekle de kalmayarak, geçmiş tarihlerinde de ortaya çıktığı gibi, 12 Eylül rejiminin politikalarının adeta birer uygulayıcısı haline dönüştürülmüşlerdir. Adeta birbirleriyle yarışırcasına, devrimcilik adına ne kadar soylu değer varsa, hepsine karşı saldırıya geçmiş, teslimiyet ve ihaneti bir meziyet gibi meşru kılmaya çalışmışlardır. Faşist cuntaya karşı, devrimi örgütleme görevine sırt çevirerek, umutlarını ‘Demokrasiye dönüş’ çabalarına bağlamış ve 1988 seçimlerinde, parlamentoya adaylıklarını koyma umudu ile yaşamaya başlamışlardır.
15 Ağustos Atılımı; umutsuzluğun yılgınlığın kabus gibi çöktüğü bir ortamda adeta bir mucizeydi.
PKK dışında kalan güçleri böylece etkisizleştiren faşist cunta, hedeflerine ulaşmada önünde en büyük tehlikenin PKK olduğunun bilincindedir ve ona da son bir darbe vurarak imha etmek amacıyla 1983 Mayıs’ında, Güney Kürdistan’a müdahale eder. Amaç; PKK hareketinin tüm kadrolarını bu alanda imha ederek, teslimiyeti dayatarak, başaramadığını kılıç ile başarmaktır. Ancak bu plan, faşist Türk ordusunun ağır kayıplar vermesi ile sonuçlanır. Bu saldırı ile birlikte, aynı dönemde devrimci hareketimize dayatılan provokasyon hareketi de boşa çıkartılır.
Diğer taraftan önderleri, devrimci hareketleri tasfiye edilen ve bağları kopartılan kitleler, cuntanın azgın saldırıları ve pasifikasyon politikası sonucu, iyice sindirilmiş korkunç bir umutsuzluk, yoksulluk ve acı içine çekilmişlerdir. Cuntanın insanlık dışı dayatmalarına tepki duysalar da, öndersiz oldukları için bunu açığa vurmamakta, cuntanın demogojileri altında, devrimci mücadele umutları önemli oranda sarsılmış bulunmaktadır. Devrimci hareketlere vurduğu darbelerle artık bir daha güçlü bir muhalefetle karşılaşmayacağını uman ve suskun kitlelerin durumuyla da bu umutları pekişen faşist cunta, artık iktidarını daha rahatça yürütebileceği inancındadır ve üstelik dünya kamuoyunu da buna inandırmış durumdadır.
İşte 15 Ağustos tarihsel atılımı, böylesi bir dönemde gerçekleştirildi. Umutsuzluğun, yılgınlığın, tasfiyeciliğin ve teslimiyet bulutlarının toplum ve sol hareket içindekiler üzerine bir kabus gibi çöktüğü böylesi bir ortamda bu; inanılmaz, adeta mucize gibi bir şeydi çoklarınca. Yine düşman ve efendileri için bu, tam bir şoktu. İnanamadılar önce, sonra geçmişteki isyanların bir benzeri sandılar. Ordu, “İsyan var” diye ayağa kalktı. Kürdistan’a yığıldı. Ancak ortada ne bir isyan ve ne de eylemi yapanlar vardı. Gelişmeleri hafife almak istediler bu kez; fakat kendilerini en rahat hissettikleri bir dönemde, böylesine güçlü, örgütlü eylemler gerçekleştirebilen ve üstelik, hiçbir kayıp vermeden geri çekilen devrimcilerin gücü karşısında bunu da yapmadılar. TC, tarihinde ilk kez karşılaştıkları böylesi eylemlerin, kendi sonlarını getirecek bir yangının ilk kıvılcımı olduğuna inanmak istemediler, ancak gerçekler acımasızdır ve o gerçeklere boyun eğmek zorunda kaldılar. Ordularının büyük bir kısmını Kürdistan’a aktararak, her yerde devrimci avına çıktılar. Kürdistan’ı baştan sona kapsayan operasyonlar gerçekleştirdiler. Devrimcilerin barınma koşullarını tamamen ortadan kaldırdıklarına duydukları güvenle, onların eylemi gerçekleştirip sınırdan geri çekildiklerini söylemeye başladılar. Ordunun içine düştüğü aczi gizlemek için daha iyi bir gerekçe bulunamazdı da. “Yakaladık, çember daralıyor, sonları geldi” propagandalarının sonu gelmeyip, bir tek devrimci dahi yakalanmadıkça, Kürdistan’ın zor coğrafik koşullarının da etkisiyle, ordu içinde kaynaşmalar, bunalımlar, kaçışlar baş göstermeye başladı. ‘Kahraman Mehmetçik’ daha savaşın ilk adımlarında tökezleyip, kofluğunu açıkça ortaya koydu. ‘Yenilmez Türk Ordusu’ efsanesi yerle bir oldu.
Ordunun yapısında görülen bu sarsıntı, tüm devlet yapısında da ortaya çıktı. Devlet otoritesi yerle bir oldu. Dört yıl boyunca yapılan devrimcileri bir daha dirilmemek üzere, “Bitirdik” demagojisinin kofluğu açığa çıkınca, tüm devlet yetkilileri birbirlerine girdi. Sorumlu aramaya başladılar. Cuntanın başı, ‘dokunulmaz ilah Evren’e dahi tepki gösterilerek önüne koyduğu hedeflerdeki başarısızlığının, devlet varlığını tehlikeye soktuğu ifade edildi. Hükümet içinde çalkantıların önü alınamayarak çeşitli kılıflar altında tasfiyeler başladı. Her türlü sorunun tek çözüm gücü olduğunu iddia eden faşist rejimin inanırlılığı yerle bir oldu. Cunta efendileri emperyalistler karşısında da güç duruma düştü.
15 Ağustos eylemleri faşist Türk devletinin tüm maskelerini yerle bir etti
Kürdistan’daki bu yeni gelişmeler, yalnızca Türk cuntasını gafil avlamakla, onu şaşırtmakla kalmadı. Cuntanın devrimcileri bitirdiği demagojisine inanan emperyalist çevreler ve uluslararası kamuoyu da derin bir şaşkınlık içine düştü. Emperyalist çevreler, olayların gerçek karakterini kavrayarak Türkiye’ye yaptıkları yatırımlardan vazgeçmeye ve yine dünya basın-yayın organları, eylemleri ve Kürdistan halkının mücadelesini uzun uzun işlemeye başladı. Tüm dünyaya unutturulmaya çalışılan Kürdistan ve Kürt gerçekliği, böylelikle etrafındaki tecrit duvarının yıkılması ile tartışılmaya, dikkatler buradaki mücadeleye çekilmeye başlandı. Emperyalist ülkeler, Kürdistan politikalarını bu çerçevede yeniden gözden geçirmeye başladı.
Diğer taraftan, yıllar yılı Kürdistan gerçekliğine gözlerini kapatan sosyalist çevreler de, bu yeni gelişmelerle birlikte, Kürdistan’daki mücadele ile biraz daha yakından ilgilenme sürecine girdiler. 15 Ağustos Atılımı, böylelikle Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi ile, dünya sosyalist, ulusal kurtuluşçu ve ilericidevrimci güçleri arasında bir köprü rolü oynamış oldu.
15 Ağustos eylemleri, faşist Türk devletinin yüzündeki tüm maskeleri yerle bir eden eylemler oldu. O güne kadar demokrasiye döndüğü yolundaki safsatalarla, dünya kamuoyunu aldatan Türk faşist cuntası, Kürdistan halkına yönelttiği insanlık dışı saldırılar ve operasyonlarla bu konuda nasıl bir aldatmaca içinde olduğunu sergiledi. Türk egemen sınıflarının bu en son temsilcileri, görülmemiş bastırma, demagojik saptırma, teşhir ve örtbas etme yöntemlerini çeşitli biçimlerde kullanarak, direniş gerçekliğimizi halkımıza ve dünya halklarına çarpık bir tarzda yansıtma çabasına girdiler. Eylemlerin kendilerinin demokrasiye geçiş çabalarını sabote etmeye yönelik olduğunu iddia ettiler ve eşkiyalık suçlamasında bulundular. Ancak tüm bu demagojiler, kendilerinin demokrasi ve halk düşmanı yüzünün açığa çıkmasını engelleyemedi ve ilerici insanlığın bu çağdışı barbar güce tepkisi yeniden artmaya başladı.
Ancak devrimci eylemlerimizi böyle değerlendirip saldıranlar, yalnızca Türk sömürgecileri değildi. İcazetli sol ve Kürt küçük burjuva reformistleri de, hep bir ağızdan bu eylemlerin provokasyon olduğunu ve demokrasiye dönüş çabalarını baltalayacağını ileri sürerek, en alçakça saldırılarla yöneldiler. Liberal burjuvazinin peşine takılmış olan ve tüm planlarını 1988 seçimlerine göre yapan bu sahte sol güçler, ortamın kızışmasından son derece rahatsız olarak, kendilerine de bir mücadele çağrısı olan bu soylu eylemlere, kraldan daha kralcı kesilerek saldırdılar. Düzene karşı durması gereken bu güçlerin, sosyal şoven, reformist anlayışlarından dolayı gerçekler karşısında kör ve sağır kalmaları, hatta bununla da kalmayarak direnişe saldırmaları ve devrimci hareket karşıtı ‘kutsal’ ittifaklar oluşturmaları, kendileri açısından gerçek bir talihsizlik olmuştur. Bütün bu tutumlar, bu güçlerin PKK önderliğindeki silahlı direnişin, Ağustos Atılımı’nın değerini düşürme ve onu örtbas etme çabalarının ifadesi olmakla kalmamakta, halkların çıkarlarına ne kadar ters düştüklerini de ortaya koymaktadır. Onların bu konumları, halklarına karşı yerine getirmeleri gereken ancak ısrarla kaçındıkları görevlerinin neler olduğunu da ortaya koymaktadır. Ve bu aynı zamanda bölgemizde, tarihte ve günümüzde, emperyalizmin işbirlikleri vasıtasıyla karmakarışık bir hale getirdiği çelişkiler yumağının, nasıl çözüme kavuşacağı konusunda da birazcık sağduyu sahibi olan insanlar için zengin deneylerle doludur.
Bin yıldan beridir süren mücadele konusunda, başta Türk basını olmak üzere, onunla beraber neredeyse nağmelerine kadar aynı telden çalan sahte sol ve reformist akımların yayın organları, inkarcılığa başvuruyor ve çarpıtmalarda bulunuyorlar. Ne pahasına olursa olsun yaşamak isteyen, haklı olan ve saygı duyulması gereken halk gerçekliğimize saldırmaktan çekinilmiyor. ‘Eşkiyaların hareketi’, ‘bölücü çıkış’, ‘yıkıcılık’ vb Türk burjuvazisinin kendi katliamlarını gizlemek için, basını, radyosu ve televizyonunda tekrarladığı günlük nakaratlardır. Diğer taraftan PKK’ye, Apoculuğa karşı ‘kutsal’ ittifaklar kuran, yerli, işbirlikçi, reformist kesimler ve her zaman onunla işbirliği içinde olan sosyal şovenizmin sorunları çarpıtması, gerçeğin ismini bir türlü koymak istememesi, sanki gelişmeler bir önderlik olmaksızın kendiliğinden ortaya çıkıyormuş gibi davranmaları, Türk burjuvazisi kadar olsun namuslu olamamaları, ne pahasına olursa olsun direnişe isim olarak sahip çıkmaları ama onu gerçekleştiren gücü ve direnişin kahramanlarını yerle bir etme konusunda,her türlü çılgınlığa başvuracak kadar sağduyu yoksunu olmaları gerçeği… Bu konuda söylenecek çok şey vardır. Akıtılan her damla kanın, toprağa düşen her direniş kahramanının söyleyeceği, bu iflah olmazlara kabul ettireceği çok şey vardır.
15 Ağustos Atılımı halkımızın başucuna dikilen mezar taşlarını alıp fırlatmıştır
15 Ağustos yüce atılımı ve sonrasındaki gelişmelerle PKK kendi önderliğinde halkımızın makus talihini yıkma yolunda tarihsel bir adım atmıştır. Yüreğimiz üzerindeki pası, ondan da öte Türk burjuvazisinin deyişiyle ‘beton kalıplarını’ parçalamış, halkımızın başucuna dikilen mezar taşlarını alıp fırlatmış, ölümü pek de kolay kabul etmeyecek bir halk gerçekliğinin ifadesi olmasını bilmiştir.
Elbetteki halen eksiklikler, zayıflıklar çok fazla ve yetkinleşme gereği var. Düşmanın hala imha sevdasından vazgeçmeyecek kadar bize hayat hakkı tanımaması söz konusu. Eskisi kadar kör bir inkarcılık tarzında olmasa da, ilerici insanlığın, hala çok haksız bir biçimde halkımızın kaderine karşı ilgisizliğinin sürüp gitmesi gerçeği var. Ama bütün bunlara rağmen gerçekler inatçıdır. Ve hele halkların ilerici, devrimci gerçekliği çok daha fazla inatçıdır ve hakkını alma konusunda, her türlü baskıcı, gelişmiş barbarlık yöntemlerinden daha güçlüdür. Buna inanarak mücadeleyi sürdüren öncü, elbetteki susmayacaktır. Elbette ki bu barbarlıkları ve düzenbazlıkları açığa çıkaracak, kendi zayıflıklarını güce dönüştürmesini bilerek, kendisi için kader diye çizilen tüm geçersizliğini ortaya koyacak ve çağımızın en büyük haksızlığını ortadan kaldırmak için büyük bir namus ve onur savaşını sonuna kadar götürmesini bilecektir.
Tarihte direniş gerçekliğimiz ve bazı özellikleri
PKK Hareketi, bir direniş hareketi olarak doğdu. O’nun doğuşundan bugüne yükselttiği mücadelesine damgasını vuran da yine direnişçi bir ruhtur. Bu ruh, yüzyıllardır toplumumuzda egemen kılınmak istenen yabancılaşma ve ihanete rağmen, onları yerle bir ederek yükselen ve bu temelde de toplumumuzun yeniden doğuşuna damgasını vuran yüce bir ruhtur. Bu ruh, Partimizin silahlı direnişi ile daha da billurlaşan ve 15 Ağustos Atılımı ile zirveye ulaşarak, mücadelemizi dönülmez bir noktaya ulaştıran bir ruhtur ve tarihsel anlama
sahip bir yüceliğe ulaşmıştır. Bu temelde gelişen ve tüm toplumumuza dalga dalga yayılan silahlı direniş mücadelemiz, yüzyıllara sığmayacak değerler yaratarak halkımızın kaderine damgasını vurmuş ve tarihsel bir rol oynamıştır.
O halde son bir yıllık direnişin ve sorumlu olduğumuz PKK Hareketi’nin 8. yılını geride bıraktığı silahlı direnişinin, Tarihsel ve çağdaş anlamı nedir? sorusuna cevap vermek gerekiyor. Bunu açığa çıkarmak için ise geçmiş tarihimizde halkımız üzerinde uygulanan düşman politikalarını ve buna karşı yükseltilen mücadeleleri çeşitli özellikleri ile ele alıp irdelemeye ihtiyaç vardır. Tarihte direniş gerçekliğimizin bazı özelliklerini göz önüne getirdiğimizde görülecektir ki; karşımızdaki barbar, işgalci, fetihçi gücün, Türk egemen sınıflarının, Kürdistan’a en son giren bir temsilcisi olarak Büyük Selçuklular’dan beri, bir özelliği inatça sürdürme gerçeği söz konusudur.
Türk egemen boyları Ortadoğu’yu istila ettiklerinde, her alana özgü bir adaptasyonu gerçekleştirirken, Kürdistan’ın bazı özelliklerini de dikkate alan bir ilişki, baskı ve sömürgecilik siyasetini geliştirmişlerdir. Daha bu yıllarda, Kürdistan’da, gelişmiş Kürt beylikleri hüküm sürmektedir. Güçlü aşiret örgütlenmeleri ve kolay kolay zaptedilmez coğrafyasıyla Kürdistan’ın geçmiş istilacılarda olduğu gibi Türk istilacılarına da, kolay kolay fethedecekleri bir ülke olmadığını hissettirmişlerdir. Bu nedenle istilacı Türk boyları, başlangıçta Kürt beylikleriyle, adeta eşit iki hükümet düzeyinde, beylikler arası eşit ilişkiler temelinde ilişkiler geliştirme politikasını yürütmüşlerdir. Türk boylarının genel otoriteyi sembolik olarak tanımaları yetmiş, buna bir de hediyeler ve askeri bir güç olarak seferlerde yeralma olanakları eklenince, Kürt boyları kendileriyle yakın ilişkiler geliştirmekten çekinmemişlerdir. Türk boyları, diğer birçokalanda uyguladıkları yakıp-yıkma, dağıtma, kolonileştirme politikasını Kürdistan’da gerçekleştirme gücünü kendilerinde bulamamış ancak
Kürdistan’ın büyük savaş potansiyelinin değerini bilerek, onları kendi istilalarında kullanma ve gerektiğinde başvurulacak yedek bir güç olarak ele alma uyanıklığını gösterecek kadar akıllı davranmışlardır.