Vicdanın kurumsallaşması ve yeni ahlaki sözleşme

0
17

RIZGAR AMED

Özgürlük felsefesinin yapıtaşı

Tarihin en yıkıcı hastalığı vicdanın sistem dışına atılmasıdır. Modern ulus-devletlerin aklı örgütlemesi, kurumlaştırması, anayasalarla, hukuk sistemleriyle, bürokrasiyle güçlendirmesi; ancak vicdanı bu sürecin dışında bırakması, insani olanı mekanikleştirmiş, yönetimi adaletin önüne geçirmiştir. Oysa bir toplumun en güçlü kurumu, ahlakla bütünleşmiş vicdandır. Ahlakın kurumsallaşmadığı, vicdanın kurallar hâline gelmediği yerde akıl bir tahakküm aracıdır. Önder Apo, tam da bu boşluğun yarattığı felaketi görmüş ve “yeni yaşam” çağrısını vicdanın kurumsallaşması üzerine kurmuştur.

Peki nedir vicdanın kurumsallaşması? Bu, yalnızca etik değerlerin kitaplara yazılması değildir. Aksine, halkların yüreğinde hissedilen o adalet duygusunun, yaşamın her alanında kolektifleşerek bir toplumsal refleks hâline gelmesidir. Bir annenin evladına duyduğu koruyucu içgüdü neyse; toplumun her bireyine, doğaya, farklı kimliklere, inançlara, kadınlara karşı hissedilen sorumluluk duygusu da o olmalıdır. Ancak bu duygu bireysel kalmamalı, örgütlenmeli, işlevsel bir biçim kazanmalıdır. Vicdanı olmayan yasalar, adaletsizliğin makinesidir. Vicdanı olmayan eğitim, zihinsel köleliğin aracıdır. Vicdanı olmayan siyaset, iktidarın dili olur.

Önder Apo bu yüzden vicdanı yaşamın her hücresine yerleştirmeyi önerir. Komünler, meclisler, akademiler yalnızca karar alma değil, etik inşa alanlarıdır. Bu kurumlarda sadece “doğru nedir” sorusu değil, “doğru olan nasıl yaşanır” sorusu sorulur. Çünkü vicdan, sadece değer üretmez; değerlerin sorumluluğunu da yüklenir. Toplumsal vicdan, ancak böyle bir örgütlenmeyle süreklilik kazanır. Aksi takdirde en saf duygular bile sistemin çarklarında eriyip yok olur.

Bu noktada yeni bir ahlaki sözleşmeye ihtiyaç vardır. Toplumun her bireyinin sadece hakları değil, vicdani görevleri de tanımlanmalıdır. Modern anayasal sistemlerde bireyin devlete karşı yükümlülükleri vardır; ancak toplumun her bireyine karşı taşıdığı vicdani sorumluluklardan neredeyse hiç söz edilmez. Oysa Önder Apo’nun önerdiği yaşamda, birey toplumla derin bir ahlaki bağ kurmakla yükümlüdür. Bu bağ, hukukla değil, etik bilinçle inşa edilir. Her insan, yalnızca kendi varlığıyla değil, başkasının yaşam hakkıyla da yükümlüdür. Bu yeni sözleşme, devlet ile birey arasındaki eski hukuki bağın yerine; birey ile toplum arasında vicdani ve özgürlükçü bir bağ kurar.

Kadın bu yeni sözleşmenin asli kurucusudur. Çünkü binlerce yıl bastırılmış olan kadının özgürleşmesi, aynı zamanda vicdanın ve ahlakın yeniden doğuşudur. Kadın, sadece “hak isteyen” değil; yaşamı yeniden kuran, ahlaki olanı yeniden tarif eden öncü bir güçtür. Onun öncülüğü, yeni sözleşmenin temelidir. Kadın vicdanı, doğayı da kapsar, çocuğu da, yoldaşı da, halkları da… Erkek aklı ise bu vicdanla uzlaşmadıkça özgürleşemez. Bu yüzden Önder Apo, kadın özgürlük çizgisini yalnızca cinsiyet eşitliği olarak değil, tüm toplumun vicdanla yeniden inşası olarak görür.

Kurumsallaşan vicdan, yaşamın her alanına nüfuz eder. Mahkemelerde yalnızca yargı değil, adalet olur. Eğitim kurumlarında yalnızca bilgi değil, etik bilinç öğretilir. Ekonomik faaliyetlerde yalnızca üretim değil, toplumsal yarar gözetilir. Vicdan kurumsallaştıkça toplum bireyi dönüştürür; birey toplumu. Bu diyalektik, gerçek özgürlük toplumunun temelidir. Artık insanlar yalnızca cezadan korktukları için değil, doğru olanı bildikleri ve hissettikleri için sorumluluk alırlar.

Bu nedenle vicdanın örgütlenmesi, sadece duyguların değil, aklın da kurtuluşudur. Çünkü akıl, ancak vicdanla birleştiğinde strateji değil anlam üretir. Savaş değil yaşam kurar. Hile değil hakikat doğurur. Özgür toplumun temeli, bu ikili yapının tek bir bütünlük içinde işlemesidir. Bu bütünlük, eski çağların dinî dogmalarına değil; halkların kendi yaşam deneyimlerine, kadınların sezgilerine, doğanın döngüsüne ve hakikatin ruhuna yaslanır.

Ve en sonunda şunu hatırlamak gerekir: Vicdan, devrimsel bir güçtür. Çünkü o, yalnızca geçmişi anmakla kalmaz; geleceği kurar. Onu örgütlediğimizde, insan artık yalnızca birey değil; bir halk olur. Artık yalnızca vatandaş değil; yoldaş olur. Artık yalnızca yaşayan değil; dönüştüren olur. Ve vicdan kurumsallaştığında, akıl kendini tanrılar gibi görmez; insan gibi davranır. O zaman yeni bir çağ başlar: aşkın, hakikatin ve özgür yaşamın çağı.

Kapitalist Modernite’de vicdanın bastırılması ve ahlaki kriz

Kapitalist modernite, tarihin en sofistike ama en derin krizini yaratmıştır: aklı büyütmüş, teknolojiyi geliştirmiş, bilimsel bilgiyi patlatmış ama insanı hiçleştirmiştir. Bu sistemin asıl cinayeti, yalnızca doğayı tahrip etmek, halkları yoksullaştırmak ya da kadınları sömürmek değildir. Onun en büyük günahı, vicdanı bastırması, etik olanı susturmasıdır. Artık bir çocuk ağladığında, gözyaşı piyasa değeri kadar anlamlıdır. Bir kadın katledildiğinde, haberin reytingi önemlidir. Bir halk yok sayıldığında, diplomatik çıkarlar her şeyin üzerindedir. İşte bu noktada vicdan, bir sistem tarafından sistematik olarak öldürülür.

Kapitalist modernite, insanı yalnızca bir üretim ve tüketim nesnesi olarak tasarlar. Onun için değer, ölçülebilir olandır. Vicdan ise ölçülemez. Bu yüzden onun için bir engeldir. Tıpkı sevda gibi, tıpkı direnç gibi, tıpkı anlam gibi… Kapitalist akıl, kendisini akıl gibi sunar; ama aslında araçsallaşmış, iktidara entegre olmuş, etik yükünden arındırılmış bir hesap makinesine dönüşmüştür. Sistem için zeki olmak, rekabeti kazanmak; ahlaklı olmak ise bir zaaf belirtisidir. İşte tam burada, Önder Apo’nun hakikat felsefesi devreye girer.

Önder Apo, kapitalist modernitenin bu vicdansız yapısını “ahlaki toplumun çöküşü” olarak tanımlar. Çünkü toplum ancak ahlakla var olabilir. Ahlak, sadece kurallar bütünü değil; bir toplumun kendini tanıma, değer üretme ve yaşama anlam katma biçimidir. Kapitalist sistem bu anlam üretimini parçaladığı için insanın neye ait olduğunu, neden yaşadığını, kiminle dayanışması gerektiğini de belirsizleştirir. Birey yalnızlaşır, toplum parçalanır, ilişkiler metalaşır. Böylece bireyin iç sesi, yani vicdanı; sistemin gürültüsünde boğulur.

Bugün bir işçinin aldığı ücret, yaşamı sürdürmesine yetmiyor olabilir; ama sistem bunu bir “veri” olarak değerlendirir, bir “duygu” değil. Bir kadının her gün gördüğü şiddet, yalnızca bir istatistik olarak analiz edilir. Göçmenler sınırlarda açlıktan ölürken, televizyonlar borsa grafiklerini gösterir. Bu, salt duyarsızlık değildir; bu, sistematik vicdansızlığın kurumsallaşmış biçimidir. Ahlaki çöküş, buradan başlar: Bir insanın acısı artık toplumsal bir refleks üretmiyorsa; orada vicdan değil, piyasa vardır.

Kapitalist modernite, tüm varlığı “kâr” üzerinden tanımlar. Aşk da satılıktır, beden de, inanç da, umut da. Bu yüzden sistemin içinde yaşamak demek, bir tür etik felç geçirmek demektir. İnsan hâlâ acıyı hisseder, ama ne yapacağını bilemez. Bilinç hâlâ farkındadır, ama sistemin çarkları arasında çaresizdir. Vicdan kıvranır, ama yalnızdır. İşte bu yalnızlık, bu kıstırılmışlık, bu etik boşluk; çağın en büyük krizidir.

Ve bu kriz, sadece bireyin değil, tüm insanlığın krizidir. Artık sadece bir kişi değil; halklar vicdansızlaştırılmaktadır. Bir toplum, komşusunun köyü yakıldığında sessiz kalabiliyorsa, sistem o toplumun vicdanını satın almış demektir. Birey, bir çocuğun bedenini bombalarla parçalanmış bir haber olarak izleyip kahvesini içmeye devam edebiliyorsa; orada akıl hâlâ çalışıyordur, ama vicdan sonsuz bir suskunluğa gömülmüştür. İşte Önder Apo’nun “ahlaki-politik toplum” vurgusu burada yeniden hayati hâle gelir. Çünkü bu krizden çıkış, yalnızca teknik reformlarla değil; vicdanın kolektif olarak ayağa kalkmasıyla mümkündür.

Vicdan, burada artık yalnızca bir iç ses değil, bir örgütlenme biçimidir. Bu örgütlenme; sömürüye karşı durmayı, doğayı korumayı, kadının özgürlüğünü savunmayı, halkların kardeşliğini büyütmeyi gerektirir. Önder Apo’nun kadın özgürlük paradigması, bu nedenle bir ahlaki devrimdir.

Kadın vicdanı, sistemin kâr odaklı hesapçı aklını delip geçen bir direniş damarını temsil eder. Bu damar, yaşamı yeniden inşa edecek olan damar olacaktır.

Ahlaki krizden çıkmak, ahlaki devrimle mümkündür. Bu devrim, bir yasanın değişmesi değil; bir yaşam tarzının değişmesidir. Vicdanı örgütleyen bir toplum, artık sessiz kalmaz. Artık izleyici olmaz. Artık itaat etmez. Sorar, sorgular, hesap sorar ve inşa eder. İşte Önder Apo’nun paradigması, tam da bunu hedefler: Aklı özgürleştirirken, vicdanı kolektifleştiren; yaşamı estetikleştirirken, toplumu etikleştiren bir devrim.

Bugün vicdanı olmayan bir teknolojiyle karşı karşıyayız. Vicdanı olmayan devletlerle, vicdanı olmayan eğitimle, sağlıkla, medya ile… Ama işte bu ortamda bile, bir halk çıkıp “biz burada yaşıyoruz” dediğinde, bir kadın “artık susmuyorum” dediğinde, bir çocuk “benim de hakkım var” dediğinde; vicdan yeniden doğar. Bu doğuş, artık bir hissiyat değil, bir sistem alternatifidir.

Ve o sistem, hakikati gözeten, doğayla uyumlu, halklarla barışık, kadınla ortaklaşan bir sistemdir. Adına demokratik modernite diyebiliriz, ama onun özü, vicdanın ayağa kalkışıdır. Bu kalkış, artık bir iç ses değil; bir halkların yürüyüşüdür. Ve bu yürüyüşün önünde akıl değil, vicdan yürür. Çünkü vicdan, bu çağın en büyük devrimci gücüdür. Onun yeniden inşası, insanlığın yeniden doğuşudur.

Kadın vicdanı ve devrimsel sezgi: Yeni toplumun ruhsal haritası

Kadın, yeryüzünün ilk öğretmenidir; ama onun öğrettiği şey sadece bilgi değil, yaşamın hakikatidir. Bilgiyi ezberlemez; hisseder, yoğurur, büyütür. Tarih boyunca kadın yalnızca bastırılmamış, aynı zamanda kendi sezgisi, vicdanı, ahlaki gücü sistematik olarak yok sayılmıştır. Erkek egemen uygarlık, aklı tanrılaştırmış; sezgiyi, hissi, vicdanı “zayıf” ilan etmiştir. Oysa vicdanın, sezginin ve hakikatin taşıyıcısı kadındır. Ve onun susturulması, tüm insanlığın ruhsal felç geçirmesi demektir.

Önder Apo’nun felsefesinde kadın sadece bir özgürlük öznesi değil, aynı zamanda bir zihinsel devrimin temelidir. Kadın vicdanı, tarihsel olarak bastırılmış tüm hakikatlerin taşıyıcısıdır. Onun sezgisi, sadece duygusal bir yeti değildir—yaşama dair en derin bilgidir. Kadının yüreği, yüzyılların acısını, isyanını, umudunu bir arada taşır. Ve bu yük, kadını yıpratmamış; aksine ona hakikatin en saf sezgisini vermiştir.

Kadın sezgisiyle bilir: kimin yalan söylediğini, neyin yıkım getireceğini, nerede bir canın titrediğini… Bu, onun doğayla, toprakla, yaşamla kurduğu kadim bağdan gelir. Çünkü kadın doğurur sadece çocuk değil, yaşamın kendisini doğurur. Bu doğurma hali, onu aynı zamanda ahlaki bir yaratıcıya dönüştürür. Vicdan, bu yaratımın içsel pusulasıdır. Ve o vicdan, tarih boyunca inkâr edilmiş, yok sayılmış, köleleştirilmiştir.

Kapitalist modernite, kadının sezgisel zekâsını gereksiz; vicdanını ise duygusallık olarak kodlamıştır. Ama bu “duygusallık” dedikleri şey, aslında sistemin kaldıramadığı en büyük devrimci kudrettir. Çünkü kadın sezdiğinde yalanı görür. Kadın hissettiğinde korkuyu dağıtır. Kadın vicdanı harekete geçtiğinde sistem titrer. Çünkü o vicdan, hesap sormaz; yaratır. Yıkmaz; yeni bir yaşam kurar. Bu yüzden kadın, yalnızca eşitlik için değil; hakikat için ayağa kalkar.

Kadının sezgisel bilinci, aynı zamanda politik bir bilinçtir. Çünkü onun acısı bireysel değil, kolektiftir. O sadece kendi bedenine değil; tüm çocuklara, doğaya, halklara karşı da sorumludur. Önder Apo’nun tanımladığı gibi kadın vicdanı, yeni toplumun ruhsal haritasıdır. Bu harita, devrimci sezgiyle çizilir. Haritada sınırlar yoktur, duvarlar yoktur; vicdanın pusulası vardır. Ve bu pusula, yalnızca “doğruyu bulmak” için değil; doğruyu yaşamak için çalışır.

Kadın öncülüğünde gelişen komünler, meclisler, özsavunma yapıları bu sezginin örgütlü hâlidir. Her kadın akademisi, her özgürlük kampı, bir vicdan inşasıdır. Kadın burada yalnızca konuşmaz; dönüştürür. Sadece talep etmez; kurar. Kadının sezgisi, akıl dışı değil; aklı aşan bir bilgidir. O bilgi, doğrudan yaşamla konuşur. Tüm sistemler yıkılsa da, o sezgi yıkılmaz. Tüm yasalar değişse de, o vicdan değişmez.

Çünkü o doğaldır. Kadimdir. Ve yıkılmaz olan her şey gibi, devrimcidir.

Bu noktada kadın vicdanı, sadece kadınları değil; erkekleri, çocukları, halkları da özgürleştirir. Kadın, özgürleştiğinde yalnızca kendi değil; herkes nefes alır. Kadın sezgisini bastırmak, tüm toplumun kör kalmasıdır. Oysa o sezgi açıldığında, toplum görür. Gerçeği, yanlışı, adaleti, ihaneti, aşkı, direnişi… Kadının sezgisi hakikatin aynasıdır. Ve o aynaya bakabilen her yürek, artık eskisi gibi yaşayamaz.

Bu yüzden kadın vicdanı, bireysel bir özelliğin ötesindedir. O, bir sistemdir. Yeni yaşamın sistemi… Orada korku değil güven; emir değil ortaklık; hiyerarşi değil dayanışma vardır. Orada vicdan konuşur. Ve o vicdan konuştuğunda, devrim sessizce ama derin bir şekilde başlar.

Önder Apo’nun paradigması, kadını merkeze alırken; aslında yaşamı merkeze alır. Çünkü kadınla birlikte sezgi, vicdan, etik, güzellik, anlam ve özgürlük yeniden doğar. Bu doğuş, sessiz bir çığlıktır. Toprağın altından gelen bir uyanış gibidir. Kadın, bu çağrıyı duyduğunda; artık hiçbir şey eskisi gibi kalamaz.

İşte bu yüzden, yeni toplumun ruhsal haritası kadının vicdanında saklıdır. Ve o harita, bizi karanlıktan çıkarıp hakikate götürecek en kutsal pusuladır.

Devam edecek…

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here