Bu dünyadan Sırrı Süreyya Önder geçti (Barış Yolculuğu)

0
17

RIZGAR AMED

Bir yıldız kaydı Anadolu’dan akademik bir bakış, insani bir portre ve tarihi bir misyon

Anadolu’nun kadim ve çok katmanlı coğrafyası, tarih boyunca nice uygarlıklara, derin sevdalara, keskin mücadelelere, yeşeren umutlara ve yürek yakan hüzünlere tanıklık etmiştir. Bu topraklar, bağrında nice yiğitler, bilge düşünürler, halk ozanları ve toplumsal dönüşüm öncüleri yeşertmiştir. Kimi zaman bir kasırga misali esip geçmiş, kimi zaman bir nehir gibi sessiz ve derinden akarak toplumsal hafızaya kazınmış, ancak her biri bu toprağın kolektif ruhuna kendi özgün rengini, kendi yankılanan sesini, kendi yaşam nefesini katmıştır. İşte o nefeslerden biri, o seslerden en gür, en içten, en barışa ve kardeşliğe sevdalı olanıydı Sırrı Süreyya Önder. Bir yıldız gibi kaydı Anadolu semalarından, ardında yaşamıyla örülmüş derin bir iz, sevenlerinin yüreklerinde tarifsiz bir sızı ve Türkiye’nin toplumsal ve siyasal belleğinde asla silinmeyecek bir mücadele mirası bırakarak…

“Bu dünyadan bir Sırrı Süreyya Önder geçti…” Bu ifade, basit bir kronolojik tespitten çok daha fazlasını imler; bir dönemin ruhunu, çetin bir mücadelenin seyrini, adanmış bir yaşamın felsefesini ve gelecek nesillere aktarılacak bir insanlık dersinin veciz bir özetini sunar. O, yalnızca bir isimden ibaret değildi; sanatın incelikli ve eleştirel diliyle siyasetin keskin ve dönüştürücü gücünü şahsında birleştiren, halkın gündelik dilini ve derin hissiyatını Meclis kürsüsüne taşıyan bir hatip, kameranın arkasında toplumsal gerçekleri yansıtan bir yönetmen olduğu kadar, toplumsal hareketlerin ve barış arayışlarının en ön saflarında yer alan bir neferdi. Bir sinemacıydı; kelimeleriyle olduğu kadar, sinematografik imgeleriyle de bu toprakların acılarını, sevinçlerini, çelişkilerini ve umutlarını anlattı. Bir yazardı; keskin ve vicdani kalemiyle en ücra vicdanlara, en sağır kulaklara seslendi. Bir siyasetçiydi; ancak alışılagelmiş, kravatlı, mesafeli, ezberlenmiş nutuklar atan figürlerden değildi; o, halkın içinden gelen, halkla birlikte ağlayan, halkla birlikte gülen, halkın derdini kendi derdi bilen bir yoldaş, bir halk temsilcisiydi. Ve tüm bu kimliklerinin ötesinde, belki de en belirleyici vasfıyla, bir barış elçisiydi; ömrünü bu coğrafyanın kangrenleşmiş yaralarına merhem olmaya, farklılıkları bir zenginlik olarak gören, eşitliğe ve adalete dayalı bir ortak yaşamı örmeye adamış bir gönül eri, bir vicdan abidesiydi.

Onun “Barış Yolculuğu”, engebeli, dikenli, sayısız tuzaklarla ve zorluklarla dolu bir patikaydı. Lakin o, bu meşakkatli yolda yürümekten bir an bile tereddüt etmedi, geri adım atmadı. Çünkü bilirdi ki, barış, kuru bir temenniden, soyut bir idealden ibaret değildi; barış, somut bir emekti, sarsılmaz bir sabırdı, korkusuz bir cesaretti ve büyük bir fedakarlıktı. Barış, Önder Apo’nun da defaatle ve derin bir vukufiyetle vurguladığı gibi, ekmek kadar, su kadar, hava kadar hayati bir ihtiyaçtı bu kadim topraklar için. Sırrı Süreyya Önder, bu yakıcı ihtiyacın bilinciyle, bu sönmeyen sevdanın ve adalet arayışının ateşiyle yürüdü. İmralı’ya uzanan diyalog köprüsünün en önemli mimarlarından oldu, barışın sesini Kandil’in zorlu yollarına taşıdı, Dolmabahçe’de tarihi bir mutabakatın ve demokratik çözüm çağrısının sesi oldu. Onun barışa olan sarsılmaz inancı, sadece politik bir duruşun veya stratejik bir tercihin sonucu değil, aynı zamanda derin bir insani ve ruhani bir arayışın, köklerini Anadolu’nun bilgelik geleneğinden alan bir ahlaki sorumluluğun ifadesiydi. Tıpkı bir dervişin hakikat aşkıyla çölleri ve dağları aşması gibi, o da barış aşkıyla tüm zorluklara, baskılara ve tehditlere göğüs gerdi.

3 Mayıs 2025… Takvim yapraklarından acı bir haber, bir kor gibi düştü milyonların yüreğine. O yiğit insan, o barış sevdalısı, o Anadolu bilgesi, aramızdan ayrılmıştı. Bir anda derin bir sessizlik, ağır bir hüzün çöktü ülkenin üzerine. Sevenleri, yoldaşları, onu hiç tanımamış ama mücadelesine, duruşuna ve samimiyetine saygı duyan milyonlar, büyük bir yasa boğuldu.

Çünkü Sırrı Süreyya Önder, sadece belirli bir siyasi çevrenin veya etnik grubun temsilcisi değildi; o, bu toplumun ortak vicdanının, adalet arayışının ve barış özleminin bir parçasıydı. Onun kaybı, sadece bir insanın fiziki varlığının sona ermesi değil, aynı zamanda barış umudunun, kardeşlik idealinin, insanca ve onurlu bir yaşama özleminin de bir nebze olsun eksilmesi, yaralanmasıydı. Lakin ardından bıraktığı miras, o kadar büyük, o kadar köklü ve o kadar yol göstericiydi ki, bu eksikliği yine onun yaktığı ışıkla doldurmak, onun açtığı onurlu yoldan yürümeye devam etmek, hepimizin boynunun borcudur.

Bu yazı dizisi, işte bu büyük insanın, bu eşsiz yoldaşın, Sırrı Süreyya Önder’in hayatını, çok boyutlu mücadelesini, sanatsal üretimlerini ve en önemlisi barışa adanmış o kutlu yolculuğunu, onun ruhuna, entelektüel derinliğine ve duygu dünyasına yakışır bir kapsam ve üslupla anlatma çabasıdır. Bu çalışma, kronolojik bir biyografi sunmanın ötesinde, Önder’in yaşamını şekillendiren tarihsel, toplumsal ve politik bağlamları analiz etmeyi, onun düşünsel evrimini, mücadele pratiklerini ve özellikle Önder Apo ile kurduğu tarihi ilişkiyi ve bu ilişkinin barış sürecindeki stratejik önemini derinlemesine incelemeyi amaçlamaktadır. Onun doğumundan vefatına uzanan her bir yaşam evresi, her bir kritik dönemeç, her bir direniş pratiği, onun iç dünyasındaki yankılarıyla, akademik bir titizlikle ve akıcı bir dille aktarılacaktır.

Bu çalışma, yalnızca bir biyografi denemesi değil; aynı zamanda bir vefa borcunun ifası, bir anma, bir anlama çabası ve onun paha biçilmez mirasını gelecek nesillere taşıma gayretidir. Onun “anısına bağlılık gereği” taşıdığı o derin insani değerler, onun barışa olan sarsılmaz ve koşulsuz inancı ve Önder Apo ile kurduğu o tarihi yoldaşlık ve “emanet” ilişkisi, tüm boyutlarıyla, hiçbir önemli ayrıntıyı atlamadan, uzun uzadıya, ilmek ilmek işlenerek, onun aziz hatırasına layık bir eser ortaya koyma arzusudur. Çünkü Sırrı Süreyya Önder, bu dünyadan gelip geçen sıradan bir yolcu değil, Anadolu’nun vicdanında, Türkiye halklarının ortak belleğinde ve dünya barış mücadelesi tarihinde sonsuza dek yaşayacak bir barış bilgesi, bir umut ışığıydı. Onun hikayesi, hepimize ilham vermeye, yolumuzu aydınlatmaya ve barışa olan inancımızı tazelemeye devam edecektir.

Sanatın Muhalif Sesi: Beyaz Perdeden Toplumsal Vicdana

Zindanların soğuk duvarları, demir parmaklıkların gölgesi ve insanlık onuruna kasteden o karanlık yıllar, Sırrı Süreyya Önder’in içindeki yaşam ateşini söndürememiş, aksine daha da harlamıştı. Tahliye olduğunda, yaralı bir kuş misaliydi belki, ama kanatları umuda ve mücadeleye doğru çırpınmaya devam ediyordu. Hayata tutunmak, yaralarını sarmak ve yarım kalan düşlerini yeniden yeşertmek için sığındığı limanlardan biri, belki de en önemlisi, sanat oldu. Çocukluğunda fotoğrafçı çıraklığıyla başlayan o ince bağ, gençliğinde okuduğu kitaplarla, izlediği filmlerle beslenen o estetik duyuş, şimdi onun en güçlü ifade aracı, en keskin muhalefet biçimi olacaktı.

Cezaevi sonrası dönem, bir yandan hayatta kalma mücadelesiyle geçerken – kamyon şoförlüğünden mevsimlik işçiliğe kadar pek çok farklı işte çalıştı – bir yandan da içindeki o yaratıcı enerji, bir volkan gibi patlamaya hazır bekliyordu. Edebi metinler kaleme alıyor, sinemanın büyülü dünyasına doğru çekiliyordu. Onun için sinema, sadece bir eğlence aracı ya da bir meslek değildi; sinema, toplumsal bir vicdan, bir ayna, bir sorgulama ve bir direniş alanıydı. Özellikle Yılmaz Güney’in sineması, onun ufkunu açan, ona ilham veren en önemli kaynaklardan biriydi. Güney’in o devrimci duruşu, halktan yana tavrı ve sanatını toplumsal mücadelenin bir aracı olarak kullanması, Sırrı Süreyya’nın da kendi sanatsal yolculuğunda takip edeceği bir pusula olacaktı. Bu arayışla, 2003 yılında, usta senarist Barış Pirhasan’ın senaryo atölyesine katılması, onun sinema kariyerindeki profesyonel ilk adımı oldu.

Ve takvimler 2006’yı gösterdiğinde, Türk sineması unutulmaz bir eserle tanıştı: “Beynelmilel”.

Sırrı Süreyya Önder, bu filmin sadece senaristlerinden biri değil, aynı zamanda yönetmenlerinden de biriydi. “Beynelmilel”, 12 Eylül darbesinin hemen öncesinde, Adıyaman’da bir yerel müzik grubunun (gevende) trajikomik hikayesini anlatıyordu. Ancak bu sadece bir yüzey anlatıydı; derinlerde, darbenin toplumsal hayata, kültüre, insan ilişkilerine vurduğu darbeyi, o dönemin absürtlüğünü, baskısını ve yarattığı travmayı, ince bir mizahla, keskin bir ironiyle ve derin bir hüzünle işliyordu. Film, Sırrı Süreyya’nın kendi hayatından, özellikle de babasının TİP’li geçmişinden ve Adıyaman’daki o yerel kültürel dokudan derin izler taşıyordu. Filmde, Önder cezaevindeyken ona ve ailesine maddi manevi destek olmak için berber dükkanında çalışan kardeşinin de rol alması, bu otobiyografik bağın en dokunaklı örneklerinden biriydi. “Beynelmilel”, sadece eleştirmenlerden değil, seyirciden de büyük beğeni topladı; 2007 Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde En İyi Film Ödülü başta olmak üzere birçok ödül kazandı. Bu film, Sırrı Süreyya Önder adını, sinema dünyasına altın harflerle yazdırmıştı.

Sanat yolculuğu “Beynelmilel” ile sınırlı kalmadı. 2008’de senaryosunu yazdığı “O… Çocukları”, yine toplumsal bir yaraya, sokak çocuklarının dramına dokunuyordu. Ardından “Emret Komutanım”, “Sis ve Gece”, “Ada: Zombilerin Düğünü” gibi farklı türlerdeki filmlerde senarist, yönetmen, senaryo danışmanı ve hatta oyuncu olarak yer aldı. Özellikle 2012 yapımı “F Tipi Film” projesindeki katkısı, cezaevi gerçeğini ve tecrit sorununu bir kez daha gündeme taşıması açısından önemliydi. Aynı yıl Zeki Demirkubuz’un yönettiği “Yeraltı” filmindeki performansıyla ve 2014’te Onur Ünlü’nün yönettiği “İtirazım Var” filmindeki başrolüyle oyunculuk yeteneğini de kanıtladı. Üniversitelerde senaryo yazımı ve sinema dersleri vererek, genç sinemacılara yol gösterdi, deneyimlerini aktardı.

Sinemanın yanı sıra, kalemi de onun en güçlü silahlarından biriydi. 2010 yılında Birgün gazetesinde, ardından 2011 yılına kadar Radikal gazetesinde yazdığı köşe yazıları, geniş bir okur kitlesi tarafından ilgiyle takip edildi. Bu yazılarında, sadece güncel siyasi olayları değil, aynı zamanda toplumsal belleği, dayanışmayı, insanlık hallerini, vicdani sorumlulukları, kendine has üslubuyla, bazen nüktedan, bazen hüzünlü, ama her zaman içten ve düşündürücü bir dille ele aldı. Onun yazıları, birer manifestoydu adeta; unutturulmaya çalışılanları hatırlatan, susturulmaya çalışılanların sesi olan, umudu yeşerten birer çağrıydı.

Televizyon ekranları da Sırrı Süreyya Önder’in o kendine has duruşuna, o farklı sesine tanıklık etti. Özellikle Ülke TV’de konuk olarak katıldığı “Meksika Sınırı” ve Kanal 24’te programcı olarak yer aldığı “Kafa Dengi” gibi programlar, onun sadece sol-sosyalist çevrelerde değil, muhafazakâr kesimlerde de tanınmasını, anlaşılmasını ve hatta sempatiyle karşılanmasını sağladı. O, kutuplaşmanın, ötekileştirmenin prim yaptığı bir ortamda, farklı kesimlerle diyalog kurabilen, önyargıları kırabilen nadir isimlerden biriydi. Bu, onun insancıl yaklaşımının, samimiyetinin ve barışa olan derin inancının bir yansımasıydı.

Sırrı Süreyya Önder’in sanatı, hiçbir zaman “sanat için sanat” anlayışının dar kalıplarına sığmadı. Onun için sanat, hayatın içindeydi, hayatla yoğruluyordu ve hayata dokunuyordu. Sanat, bir muhalefet biçimiydi, bir direniş alanıydı, bir umut yeşertme çabasıydı. Beyaz perdeden toplumsal vicdana seslenirken de, gazete köşesinden insanlık dersleri verirken de, televizyon ekranlarından farklılıklara köprü kurarken de, hep aynı amaca hizmet ediyordu: Daha adil, daha özgür, daha barışçıl bir dünya… Onun sanatı, Önder Apo’nun “demokratik modernite” paradigmasındaki kültürel devrim anlayışıyla da örtüşüyordu. Sanatın, toplumsal dönüşümdeki rolüne, halkların kendi kültürlerini özgürce yaşayabilmesinin ve ifade edebilmesinin önemine inanıyordu. İşte bu yüzden, onun sanatı, sadece estetik bir haz değil, aynı zamanda politik bir duruş, felsefi bir derinlik ve insani bir sıcaklık taşıyordu.

Devam edecek…

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here